27 Nisan 2017 Perşembe

Umuda Karşı Duyulan Büyük Nefret





Ülkemizin içinde bulunduğu çalkantılı ve gergin günler, hepimizin göz ardı edemeyeceği şekilde yaşadığı ekonomik zorluklar bu yazıyı yazmama vesile ve ilham oldu.

Gündemi ve göz önünde olan hayran ve düşman kitlesi yoğunlukta olan kişileri özellikle takip etmekteyim. Bir insan veya bir olgu, toplumun büyük bir bölümünde büyük bir hayranlık veya büyük bir nefret kimi zaman ise iki duygunun da yönlendirildiği bir kimse veya olgu ise, kişi ve olgudan ziyade, söz konusu kişi veya olgunun toplumun zihninde tetiklediği "arketip" ve bu arketipe olan tepki, toplumsal olarak hangi kök kodlara sahip olduğumuzun açık bir göstergesi.

Bu arketiplerden ilkini özellikle bu günlerde memleket meselelerini yorumlayan kişiler arasında açık ve seçik olarak görebiliyoruz.

Buradaki arketiplerden ilki kendini "realist", "mantıklı", "bilimsel" olarak niteleyerek toplumun büyük bir kısmından daha fazla farkındalık ve öngörü sahibi olduklarını düşünerek yorumlarını en kötü senaryoyu çizecek şekilde yapan kimselerdir.  Kendi savunduğu ideolojinin hakettiği değeri görmediğini düşünen bu grup "bizden hiçbir şey olmaz, memleketi kapatıp gidelim, gidecek ülke arıyorum, eziliyorum, azınlığım vs vs" şeklinde veryansınlarda bulunmaktadırlar.  Bunlara karşılık diğer arketip ise, ne olursa olsun umudunu koruyan ve pozitif içerikli konuşma ve duruşta bulunan kimselerdir. Realist olduğunu iddia eden grup, diğer gruba "hayalperest", "kaç kere hayal kırıklığına uğradın dersini alamadın mı" gibi yakıştırmalarda bulunarak kendisinin görebildiğini kimsenin göremediğini savunan ve adeta haklı olmak uğruna "başarısızlığı" tercih eden kimselerdir. 

Bakın bu son cümleme dikkat edin, insanoğlu işin ucunda haklı veya haksız çıkmak mevzu bahis ise, kendisi için daha hayırlı ve mutluluk getirecek olay ve durumların içten içe gerçekleşmemesini kovalamaya eğilimlidir. Çünkü bu şekilde, kişi her ne kadar mutsuz olacağını bilse dahi "haklı" ve "öngörülü" olabilmenin tatminini yaşayacak diğer yandan da, umut dolu beklentilerinin karşılanmaması olasılığı karşısında da bir savunma mekanizması geliştirmiş olacak, kendisini de bu şekilde olası bir hayal kırıklığından korumuş olacaktır. Kişi bu şekilde hem haklı hem de acı çekmeyen taraf olabilmenin sırrını bulduğunu düşünmektedir.

Aynı durum, mükemmel hayatlar yaşadığını düşündüğümüz, oldukça talihli olduğunu sandığımız kişiler açısından da geçerli.  Kolay yoldan, hiçbir çaba göstermeden muhteşem bir hayata "konmuş" olan bu kişiler, gece-gündüz çalışan, çalışmasına rağmen standart belki de standardın altında bir hayat süren kimselerin adalet duygusunu sarsar.  Hayata karşı adalet duygusu sarsılan bu kişiler, teselliyi, bu mükemmel hayatları yaşayan kişilerin açıklarını ve eksik yönlerini bularak ve ifşa ederek bulurlar. Hiçbir şey bulamazlarsa, ilahi adalete sığınarak, bu kişilerin bir gün tepetaklak olacağına kendilerini inandırırlar. 

Yine benzer bir durum, yıllarca kurduğu düzeni, kariyerini ve mesleğini, hayallerini gerçekleştirmek adına kökten değiştiren kişilere karşı gösterilen tavır ve tutumda kendini gösterir. Bu cesareti gösteremeyen, gösteremeyeceğini düşünen kişiler, bu cesareti gösteren kişilerin "başarısız" olmasını içten içe daima beklerler, kimileri bu düşüncesini açıkça beyan etmekten de "bir dost/abla/ağabey tavsiyesi" sureti altında kaçınmaz, ve bu kişileri saçmalamak ve aptallıkla itham ederler. Zira bu kişilerin cesaretlerinin karşılığını alması, umutlarının meyvesini afiyetle yemesi, cesaret gösteremeyen kişi adına, inançlarının sarsılmasına sebep olur, kısacası bu durum,  büyük bir şahsi hezimeti de beraberinde getirir. Bu hezimeti yaşamaktansa, kişi, umut sahibi kişinin umutlarını söndürmeyi tercih eder ve bunu da bilinçsizce ve farketmeden yapar.  

Umut ve hayalleri için çalıştıktan sonra başarısızlık ihtimali ile yüzleşecek, böyle bir duruma göğüs gerecek, güç,  öz cesareti ve özgüveni bulamayan her kimse, kendisini "realist", "zeki", "öngörülü" olarak etiketleyerek kendilerinde var olan "korkaklık" vasıflarının üzerini örtmeye çalışır.

Bu kişiler esasında;

Başarısız olmaktan korkar,

Acı çekmekten korkar,

Kaybetmekle yüzleşmekten korkar,

Hata yapmaktan ve yanılmaktan korkar,

Toplum tarafından onaylanmamaktan ve dışlanmaktan korkar,

Başarılı olmanın getireceği büyük sorumluluktan korkar,

Kendisinin hiçbir zaman içinde bulunduğu rutin hayatında "zengin" olamayacağına inandığından ötürü, parayı sevmez, zengini sevmez, ve paranın tüm kötülüklerin anası olduğunu savunur, maddesel değerlere sahip tüm insanları kötüler,

Kalp kırıklığından korktukları için, ilişkileri de pek yolunda gitmez, bu nedenle parayı sevmedikleri gibi tüm kadın ve erkeklerin de "kötü", ilişkilerin ise "yalan" olduğuna inanırlar. 

Kısacası, her kim "umut" karşısında tepki gösteriyorsa, bu kişi umuda en çok ihtiyacı olan kişidir. Kendi karanlığından hiçbir çıkış noktası olmadığını, kendi standartlarının hiçbir şekilde ivme kazanamayacağını sanan veya bu gücü kendisinde bulamayan bu kişiler hayatları boyu büyük bir bedel ödediklerinin farkında değillerdir.  Bu bedel, gerçek mutluluk ve başarıdır.

Mutluluk ve başarı ihtimali karşısında hayal kırıklığı ihtimali daima mevcuttur. İşte, olumsuz ihtimali göze almaktansa, tembellik yaparak, kendi kalıpları içerisinde yaşamayı tercih eden bu kişiler ne zeki, ne realist, ne de öngörülüdür, bu kişiler korkaklığın pençesine takılmış kişilerdir ve bunu kendilerine itiraf etmektense tüm hayatlarını aynı kalıplar içerisinde yaşamayı tercih edebilir ve çevrelerinde var olan umut dolu insanları da aşağı çekmekten çekinmezler. 

Bu kişilerin umuda karşı duydukları büyük nefret esasında, her ne kadar kendilerine itiraf etmeseler de, hatta farkında dahi olmasalar da, kendi korkaklıklarına ve hayat koşullarına karşı duydukları büyük nefrettir.  

Umuda sahip olanlar ise, bu koşulları değiştirmek için bitmek bilmeyen bir mücadeleyi göze alırlar ve çoğunlukla da er ya da geç daima başarılı olurlar. 

"Umut fakirin ekmeğidir" deyişi, toplumumuzun umuda karşı genel olarak tavrını yansıtan bir sözdür. Bu sözün umut ve umutsuzluk duygularını bir arada barındırması sanırım dikkatinizi çekmiştir, bu sözün birinci anlamı "fakirin" ancak umutla kendini "teselli" edebildiğini ima etmektedir. Bu sözün diğer anlamı ise bir teselli olmaktan çok ötedir, potansiyele ve olasılıklara inanmaktır, inandığının uğruna mücadele etmek ve aksiyon almaktır ve işte bu kişi artık sadece hayal eden bir "fakir" olmakla kalmaz, eninde sonunda "zengin" olan bir birey haline gelir. 

Bizim insanımız, harekete geçip ihtimalleri tüketmektense, neden harekete geçilmemesi yönünde sav ve teori üretmeye ziyadesiyle eğilimlidir. Bizim insanımız, neden başarılı olabileceğini düşünmektense, neden başarısız olacağını hesaplamaya ziyadesiyle eğilimlidir.

Artık diğer yazılarımdan da bildiğiniz üzere, düşüncelerin kendine has bir titreşimi vardır, ve bu titreşimler yani frekanslar Mhz olarak ölçümlenebilmektedir. Rezonans Kanununu duymayanlar varsa, kısaca tanımlamak isterim, frekansların birbirilerine uyumlanma özelliğine Rezonans Kanunu denir,  düşük frekansta düşünce üreten bir bireyin, benzer frekansta birey, olay, durum ve deneyimleri hayatına çekmesi metafizik değil doğal ve bilimsel bir olgudur, bu konuda Einstein'in Sicim Teorisi'ni ve deneyini incelemenizi tavsiye ederim. 1995 yılında Rus Bilim Akademisi'nde Vladimir Poponin ve Peter Gariaev yönetimindeki araştırmalar ve deneyler Rezonans Kanununun teoriden kanuna geçişindeki yolda bir adım niteliği taşımaktadır, bu konu ayrı bir yazı konusunu oluşturmakta olup, bu yazının çerçevesinde bilmeniz gereken prensip şudur; Rezonans Kanunu uyarınca,  kişinin frekansı benzer frekanstaki durumlarla daima etkileşim haline girecek ve uyumlanacaktır

Dolayısıyla, bugün "umuda" sarılmanın boş olduğunu düşünen bir birey için, en büyük ideal ve hayallerinin gerçekleşmesi imkansızdır, zira büyük hayaller ve ideallere giden yolda tökezlemek ve düşmek olağandır, bu kişiler ise, bu cesareti gösteremeyecek kadar korkuya kapılmışlardır. Yaydıkları genel frekans "korku" olduğu için, bu kişiler hayatlarını daima "savunma" pozisyonunda geçirir, ve kazanmak değil, kaybetmemek yönünde mücadele vererek hakikaten de, kendi varlıklarını tehdit eden bir çok kişi olay ve durum içerisinde kendilerini bulurlar. 

Aynı prensipten yola çıkarak, umutlarının gerçekleşeceğine inanan bir birey için,  umudunun gerçekleşmesi yönünde olay, durum, fırsat ve kişiler zaman içerisinde karşılarına çıkacaktır, zira bu kişinin düşünsel frekansı ile hayaline dair frekansı rezonedir yani birbirine uyumludur.

Bu nedenle umut ve hayal fakirin değil zenginin de en değerli besin kaynağıdır. Evrenin "titreşimden" oluştuğu bir realitede (ki bu bir realitedir, bilimdir), hangi titreşimleri yaydığınıza dikkat etmek kelimenin tam anlamıyla hayatsal bir önem taşımaktadır. 

Umut etmek ve hayal kurmaktan ve hayallerinizi gerçekleştirmek adına tekrar tekrar harekete geçmekten asla vazgeçmeyin.

Sevgilerimle

Rezonans Kanunu ve uygulamaları üzerine bireysel eğitim ve seanslarımız için fitsoulfitmind@gmail.com adresinden bana ulaşabilirsiniz. 

24 Nisan 2017 Pazartesi

Frekansların Hayatımız Üzerindeki Etkisi



İnsanı anlamak istiyorsanız, evreni ve bilimi takip etmelisiniz. İnsanoğlu, evrenin ayrılmaz bir parçasıdır, evrenin çocuğu, mahsülüdür. 

Evrenin yaratılışını bilimsel olarak incelemeden, insanın doğasını, ve nasıl işlediğini anlamanız mümkün olmaz. Evrenin yaratılışı halen bir teoriden ibaret olan Büyük Patlama ile açıklanmaktadır, büyük patlama teorisine göre, çok kaba tabirle, oldukça yoğun olarak sıkışmış enerji, genişleyerek parçalara ayrılmış ve ardından da Dünya dahil uzayın tüm ev sahiplerini zaman içerisinde oluşturmuş ve genişleyerek oluşturmaya devam etmektedir.  Bir çok kişi bu olaya "yoktan var olan" evren demekteyse de, bu başlı başına ayrı bir yazı konusudur. 

Bizi ilgilendiren kısımlar ise Evrenin yaratılış ve çalışma mekanizmalarına dayalı olarak ortaya çıkan aşağıdaki evrensel prensiplerdir: 

1. Enerji yok olmaz, sürekli hareket halindedir, dönüşür.

2. Enerji maddeyi oluşturur, zincirleme reaksiyon neticesinde insanlar da oluşmuştur. (gezegenler, yıldızlar, Dünya ve insanlar)

3. Partiküller ve parçacıklar (kaba tabirle enerji dalgaları diyelim) devamlı etkileşim halindedir. (Einstein'in Dolanıklık Teorisi)

Dolanıklık teorisi evrende bulunan iki dolanık parçanın birbirlerine zıt şekillerinde eylemler sergilemesiyle ortaya çıkmış olan bir teori. "Kardeş" veya "bağlı" diyebileceğimiz bu iki farklı parçacık, birbirlerinden ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar birisi saat yönünde döndüğü sırada diğeri saat yönünün tersi yönünde dönüyor. Bu gibi zıt eylemleri sürekli ve hiç durmadan gerçekleştiren parçacıkları konu alan teori, University of Vienna araştırmacıları tarafından oldukça ilginç bir deneyle kanıtlanmıştır.

Bağlı iki parçacığı birbirinden çok uzakta bulunan adalara taşıyan araştırmacılar, parçacıkları 143 kilometre ayırdılar. Bu ayrılmanın sebebi, parçacıkların birbirlerine yakın olduğu sırada birbirlerini etkileyebilecek olmalarıydı. Uzakta bulunan parçacıklar, dev dedektörler tarafından izlenilmeye ve eş zamanlı olarak bilgiler paylaşılmaya başlandı. Dedektörlerin ölçümlerine göre elde edilen veriler iki parçacığın uzaklık farketmeden birbirlerine zıt şekilde hareket ettiğini kanıtlıyordu. Bu teorinin kanıtlanmasıyla birlikte bilim adamları bağlı olan bu iki parçacığın arasındaki mesafenin sonucu 140 milyonda 1 oranında değiştirebileceğini belirtti. Einstein'ın teoriye konu olan etki olayını tanımlamak için kullandığı "ürkütücü" kelimesi ise bu etki-tepki olayının evrenin bir ucundan diğer ucuna gerçekleşebilecek olmasıdır. Yani ışığın bile katetmek için milyar yıllara ihtiyaç duyduğu bu uzaklıkta eş zamanlı olarak gerçekleşebilen bu tepkiler, gerçekten bizler için oldukça "ürkütücü" daha doğrusu henüz gizemini koruyor.

Gelelim bu bilgilerin günlük hayatınız için ne anlama geldiğine:

1.  İnsanın özü ile evrenin özü aynıdır, enerjidir.

2. Enerjinin maddeyi yaratabilme kabiliyeti vardır, aynı öze sahip insanın da çekim yasası tekniklerine uygun olarak maddeyi var etme yani hayatına çekme kabiliyeti vardır. 

3. Enerji telleri ("strings"), zaman ve mekan farketmeksizin birbirileri ile daima ve aynı anda iletişim halindedir, duygularınızın da özü frekans dediğimiz bu tellerden oluşur, bu nedenle benzer teller ile iletişim halinde yani çekim halindedir. Çekim Yasası'nın dayandığı bilimsel temel bu deneyle sıkı sıkıya bağlıdır ancak elbette detayları henüz halen araştırılmaktadır.

Bu nedenle çekim yasasının ateşleyici temeli "kök duygulardır" yani "strings" dediğimiz enerji frekanslarıdır zira duygularınızın ölçülebilen bir frekansı vardır. 

Biofotonik alanında öncü bir biyofizikçi olan Alman Doktor Fritz Albert Popp bütün canlı hücrelerin ışık saçtığı ve bu ışığın kaynağının da DNA olduğuna ilişkin araştırmasını yayınlamıştır. Bu araştırmaya göre, DNA'mız, sadece tek bir frekans değil birden fazla frekans yayma özelliğine sahip ve bu frekanslar diğer tüm canlıların yaydığı frekanslar ile veri alış-verişi yapmaktadır.

Daha önce de, bu alanda bir çok araştırma yapılmış ve yayınlanmıştır:

- 1920 yılında Dr. Raymond Rife belli frekansları kullanarak, virüs ve bakterileri yok edebildiğini keşfetmiştir.

- Nikola Tesla,  insan vücudunun yaydığı frekanslarla karışan dış frekansları yalıtabildiğimiz vakit hastalıklarla karşı büyük bir direnç gösterebileceğimizi savunmuştur.

- İsveçli Radyolog Bjorn Nordenstrom 1980'li yıllarda bir tümörün içine elektrolit yerleştirilerek doğru akım verilirse tümörün yok edilebildiğini kanıtlamıştır.

-  Robert O.Becker "The Body Electric" adlı kitabında insan vücudunun elektriksel frekanslarını belgelemiştir. 

Söz konusu araştırmalar her canlının megahertz olarak ölçümlenebilen kendisine has bir frekans aralığı olduğunu saptamıştır. Yapılan bu ölçümlemeye göre, sağlıklı bir insanın frekans aralığı 62-68 Mhz aralığındadır. Bu frekansların düşmesine sebep olabilecek bir çok duygusal ve fiziksel veri incelenmiş, bu araştırmaların sonucunda ise, duygular, kişisel gelişim çalışmaları (meditasyon gibi) ve besin kaynaklarımızın frekansımızı doğrudan etkilediği keşfedilmiştir. 

Tüm bu veri ve araştırmaların ışığında, yaydığımız frekansların doğrudan "kader" dediğimiz hayat öykümüzü şekillendirmektene kadar büyük bir role sahip olduğunu görebiliriz. Sağlıklı olmak ya da olmamak, hayatınıza yüksek frekanstaki kişi ve olayları "çekmek", hepsi sizin öz frekansınızla doğrudan ilgisi olan, şans, kader, kısmet eseri olmayan etki-tepki ve dolanıklık (frekans etkileşimi) yasalarına dayalı olgu ve olaylardır. Einstein'in dolanıklık teorisinde de belirtildiği şekilde, frekanslar benzerleri ile çekim ve iletişim halindedir, bu da demek oluyor ki, sizin yaydığınız frekans her ne ise, bu frekansa eş olay, kişi ve deneyimleri hayatınıza çekmektesiniz. 

Peki frekansımız, neye göre yüksek ve stabil bir seviyede tutulabiliyor ve nasıl bilinçli yaratım yapmak yönünde kullanılabiliyor?

Kısaca özetlemek gerekirse;

1. Duygu, davranış ve sözlerimizde uyum ve bütünlük (Ruh-Beden-Zihin Dengesi ve Uyumu)
2. Kök duygu ve inançlarımızı oluşturan bilinçaltı kalıplarımızın keşfedilerek dönüştürülmesi
3. Spor ve sağlıklı beslenme
4. Toksik kişi, olay ve durumlardan etkilenmeme kabiliyeti

Bu dört temel unsur hakkında belirli bir seviyede kazanılan bilgi ve takip eden uygulama kabiliyeti hayat standartlarımızı temelden değiştirme, iyileştirme ve yenileme etkisine sahiptir. 

Bu alandaki bireysel koçluk ve eğitimlerimiz için fitsoulfitmind@gmail.com adresinden bize yazarak bilgi alabilirsiniz.

Önemli Not: Bu yazıda bahsi geçen bilimsel teoriler, herkesin anlayabilmesi adına bilinçli olarak alanın jargonları ve terimleri kullanılmaksızın okuyucuya aktarılmıştır.

Sevgilerimle





11 Nisan 2017 Salı

Sağlık, Fitness ve 21 Gün Yanılsaması




Yazın yaklaşması ile birlikte, basın ve yayın organlarında yaza sağlıklı ve fit girmek konusunda tavsiye ve önerileri okuyor, kimimiz bu yönde yapılan fitleşme ve sağlık kamplarına katılıyor, kimimiz ise birbirimize uyguladığımız ve işe yaradığını düşündüğümüz programları öneriyoruz.

Yıllar geçtikçe, bu programların süresi ise git gide kısalır bir hal aldı. Yaşamlarımızın yoğunluğu, hiçbir şeye vakit bulamamamız, tembelliğimiz derken, bu programların süresi 21 güne kadar kısaltıldı. 

21 günde, 3 haftada, 8 haftada vs.  zayıflama, fitleşme ve sağlık vaad eden bu programlar hakkında gerçekçi bir görüş istiyorsanız, doğru sayfadasınız.

Öncelikle,  neden 20 gün değil, 25 gün değil de 21 gün? Nedir bu 21 günün kerameti?

Artık hepinizin bildiğini düşündüğüm 21 gün kuralını yalını bir dille hatırlatmak gerekirse, yeni bir alışkanlığın bilinçaltında ve hücresel hafızamızda yer etmesi için gereken gün sayısının bilimsel olarak 21 gün olduğu tespit edilmiş. Başka bir ifade ile yeni alışkanlığın zihinde kalıcı sinir ağı "otoyolu" yaratması, söz konusu alışkanlığın 21 gün hiç aksatmadan tekrar edilmesi ile mümkün olduğu belirtilmekte. 

Peki bu ne kadar doğru veya, her alışkanlığımız için geçerli mi? Sanırım hepimiz bir çok kişi tanıyoruz, sigarayı 21 günden fazla bir süre bırakıp da sigaraya dönen, bir diyeti aylarca yapıp da, sonradan bırakarak eski kilosuna dönen, aylarca spor yapıp da üyeliği bitince bir daha spora yazılmayan.. 

21 günün kerametini anlamak adına kendi çalışmalarımda da tekrar gerektiren bir kaç tekniğin ne kadar zamanda "alışkanlık" haline dönüştüğünü tespit etmek yönünde istatistiksel bir rapor çıkardım ve arkadaşlar doğruyu söylemek gerekirse, çalıştığım hiçbir kimse 21 günün sonunda yeni bir alışkanlık kazanmadı! Bu çalışmalarda yeni bir alışkanlığı ancak 40-45. günler arasında elde edildiğini de belirtmek isterim.  Evet burada size nöronlardan sinir ağlarından bahsetmeyeceğim, burada "deneyimden" bahsediyorum ve benim deneyimim ortalama bir insanın yeni bir alışkanlığı ortalama 21 günde kazandığı yönünde malesef değil. Ben bu sürenin yeni bir alışkanlık kazanmak adına gereken en az süre olduğunu düşünüyorum, bu ölçüt sanıldığı gibi kesin bir ölçüt değildir.

Peki bunun nedeni ne? Yanıt basit, hiçbirimizin beyni veya bilinçaltı kodları aynı şekilde çalışmamakta.  Özellikle köklü bir alışkanlığınızı değiştirmek istiyorsanız, adı üstünde "köklediğiniz" bu alışkanlığın ne kadar sürede "köklendiğini" anlamanız ve kabul etmeniz, o alışkanlığı ne kadar sürede değiştirebileceğinize dair bir karine olacaktır. Alışkanlığınız ne kadar köklü ise, o alışkanlığı değiştirmek üzere uygulayacağınız gücün daha fazla olması gerektiğini düşünebilirsiniz. 

İşte yanıldığınız nokta da bu, alışkanlığınız ne kadar köklü ise, egonuz yani bilinçaltınız değişime o denli direnç gösterecektir, başka bir ifadeyle, günlük yeme alışkanlığınızı kısa sürede sonuç almak adına dramatik bir şekilde değiştirmeniz, bilinçaltınızın da aynı şekilde size güçlü bir tepki vermesini doğurur, ve zaman içerisinde bu savaşı kazanan daima bilinçaltı olur!

Örneğin bir kişi hayatının son 10 senesini kilolu bir bedende geçirmiş ise, beyin o kilonun "sabit ve normal" kilosu olduğuna inanır, ara dönemlerde sıkı bir diyet ile kısa bir sürede 5-6 kilo vermiş olsanız dahi bedeniniz sabit ve normal kilosuna dönmek üzere "çaba gösterir". 

İlaveten 10 senelik bir alışkanlığı 20-25 günde değiştirebileceğinizi düşünmek, bilimsel olmanın çok ötesindedir, gerçekçi değildir. Ancak bu demek değil ki, hayatının 10-20 belki de 30 senesini kilolu olarak geçiren bir kimse aynı şekilde yeni alışkanlığı edinmek üzere aynı zaman zarfını geçirmek durumundadır, ancak benzer şekilde 21 gün gibi bir sürede tüm besin düzeninizi hayat boyu kalıcı bir şekilde değiştirmek de oldukça zordur. 

Peki bunu yapabilen kişiler var mıdır? Elbette vardır; kimi danışanlarım, bir alışkanlığı o kadar kolay özümserler ki, 15 gün içerisinde artık bu alışkanlık hayatlarının bir parçası haline gelir. Ancak genel oranlara bakmamız gerekirse, bu oran oldukça düşüktür, hele hele, sonuçlarını fiziksel olarak görmek istediğiniz bir durumunuz var ise, örneğin kilo gibi, bu durumu "kalıcı" olarak değiştirmek için kendinize ortalama 1 sene ayırmak zorundasınız!!

Neden mi 1 sene? Burada da sinirler ve nöronlardan bahsetmeyeceğim, deneyimlerden bahsedeceğim. Başlıyoruz:

Farzedelim ki, ideal besin düzeninden oldukça uzak bir beslenme modeline sahipsiniz, abur cubur ve şeker alışkanlığınız var, haliyle bu alışkanlıkların etkisi de bedeninizde yağlanma, ve kilo olarak kendini bir süredir gösteriyor. 21 gün, 3 hafta, 8 hafta içerisinde size kilo vereceğiniz, kilolarınızı yağdan vereceğiniz ve sağlıklı bir beslenme düzeni elde edeceğiniz vaadleri veriliyor, bu gibi programların içinde aynı zamanda haftada 5-6 gün yaklaşık 50 dk'lık da spor veriliyor. Yemek mönülerinizde, sabah yumurta avokado 1 dilim ekmek, öğlen ızgara et ve sebze, akşam ise yine yoğurt, ızgara et ve sebze varyasyonları etrafında dönen tabaklar hazırlanıyor, aralarda da 1 porsiyon meyve hakkınız var, içeceklerinize şeker ilave etmeniz ise yasak.  Bakın bu programı 21 gün, 8 hafta vs. uygularsanız, kilo kaybetmemeniz imkansız!!! Matematiksel olarak, aldığınız kalori harcadığınızdan az olduğu her vakit kilo kaybedersiniz. Burada bir yanıltmaca, kandırmaca vs. yok. 

Ancak, şimdi gerçekçi olma vakti, siz bu yemek ve spor düzenini tüm hayatınız boyunca devam ettirebileceğinize inanıyor musunuz? Eşiniz tas kebabı isterken, çocuğunuz patates kızartması köfte isterken, siz avokadolu salatanıza hayat boyu devam edebileceğinize ne kadar inanıyorsunuz? 

İlaveten, çok uzun yıllar boyunca midenizin aldığı yemek oranını bir anda düşürdüğünüzde kendinizi ne kadar enerjik hissedeceksiniz, yoksa vücutta yarattığınız bu şok, bedeninizin yorgun düşmesine, enerjinizin tükenmesine ve uzun vadede depresyona yol açabilir mi? Ve siz, bu semptomlar nedeniyle, veya canınız sadece mantı çektiği için, o mantıyı hayat boyu yiyemeyecek veya yediğinizde suçluluk duymaya devam mı edeceksiniz? Cevabı söyleyeyim, bir çoğunuz bu düzeni devam ettiremeyecek, ve rahatlık alanına geri dönecek ve vücudunuzu bir şoka soktuğunuz için, bedeniniz her zamankinden fazla enerjiye ihtiyaç duyacak ve siz verdiğiniz kiloları kat be kat geri alacaksınız. 

Günümüzde olan da budur, çok azımızı var ki, hayatı boyunca 1 diyet yaparak hayat boyu istediği bedeni korumayı başarmış olsun. 

Arkadaşlar, beslenme düzeni hakkında özellikle "fenomen" kişilerin yarattığı algılara dikkat etmemiz gerekiyor. Hayat her sabah 1 dilim ananasla geçmez, belirli bir okazyon için kısa sürede kilo verme programlarına katılmak evet mantıklıdır, ancak siz hayat boyu kalıcı bir şekilde fit ve sağlıklı bir bedene sahip olmak istiyorsanız, hayat boyu sürdürebileceğiniz gerçekçi bir düzeni oluşturmalısınız. Bu "gerçekçi" düzen ise, size istediğiniz sonuçları 21 günde getirmez, yaklaşık 1 senede getirir ve bu düzen sürdürülebilir olduğu için de hayat boyu bedeniniz ve sağlığınızı koruma imkanına erişirsiniz.

Gelelim 1 seneyi nereden çıkardığımıza.

Öncelikle şunu kabul edelim, diyetle fit bir bedene kavuşamazsınız, diyetle ancak "zayıf" bir bedene kavuşabilirsiniz, yabancıların "skinny fat" dedikleri kişiler vardır, bu kişiler son derece zayıf vefakat "yumuşak" bir dokuya sahiptir ve bedenlerindeki yağ oranı da düşük değildir, zira kasları güçsüzdür ve bu kişilerde zaman içerisinde selülit ve sarkmalar da meydana gelir.  Dolayısıyla ne modellerin ne de basın yayın organlarında gördüğünüz o muhteşem vücutların sırrı sadece diyet değildir, hatta büyük oranda diyet değildir. Bu kişiler düzenli olarak "ağır" spor yapmaktadır. 

Kendimden de bu noktada örnek vermek isterim, ben hiçbir zaman fazla kiloya sahip bir insan olmadım, ancak balık etli olduğum dönemler de olmuştur. 172 boya yaklaşık 65 kg olduğum bir dönemde yaşımın da çok genç olmaması sebebiyle, diyetle kilo veremediğimi, versem dahi, hemen geri aldığımı farkettim, ardından yürüyüşü hayatıma soktum, yürüyüş hiçbir şey yapmamanızdansa, yapabileceğiniz en alt seviye hareket modelidir, ancak sadece yürüyüş ile fit ve kaslı bir bedene sahip olamazsınız, ardından hayatımdan yürüyüşü çıkartıp koşuyu ekledim haftada 5 gün 7km-16km arası koşuya çıkmaya başladım, bu noktada 3 ay içerisinde ufak tefek bedensel değişimler meydana gelmeye başladı ve 2.5 kg verdim (hiçbir şekilde diyet yapmadığımı da belirtmek isterim) ancak koşu, bedenimin sadece belirli kas gruplarını çalıştırdığı için genel görünümümde istediğim hızda bir fitleşme yaşamadım. Tüm "gerçek" uzmanların (uzun yıllardır spor yapan, mesleği koçluk veya sporculuk olan kişiler) görüşü, sadece koşu veya sadece yürüyüş ile istediğim genel fit görünüme kavuşamayacağım, kavuşsam dahi bunun oldukça uzun bir süre alacağı ve gerçek kazanımın esasen tüm kas gruplarını çalıştırmakla mümkün olduğu yönündeydi.. 

Ardından hayatıma "cross-fit" girdi. Cross-fit'ten kastım, haftanın 5-6 günü 30 dk boyunca her gün farklı bir kas grubuna yönelik yapılan "ağır" çalışmalar (bir gün kol-sırt ve ağırlık çalışması, bir gün bacaklar, bir gün cardio, bir gün yoga/pilates, bir gün core ve denge çalışmaları gibi).  Ağır çalışmadan kastım ise şu, 30dk'nın sonunda nefessiz kalmanız, ilgili kas grubunun yanması gibi zorlandığınızı hissettirecek her türlü duygunun yaşanması.. Bu şekilde devam ettirdiğim programda 4kg daha verdim ve bu defa 1.5 beden inceldim, ne yürüyüş ne de koşudan elde edemediğim daralma ve kas gruplarının belirginleşmeye başlaması ancak bu şekilde mümkün olabildi.

Ardından yeme düzenimi ufak ufak değiştirmeye başladım, ben kesinlike diyete inanmıyorum, diyetlerin hayat boyu sürdürülebileceğine de...Ancak "beden dinleme" ve "tarama" dediğimiz tekniklerle, sadece acıktığımda İSTEDİĞİMİ yiyerek, ve doyduğumda yemeği bırakarak, ZAMAN İÇERİSİNDE esasen porsiyonlarımı küçülttüğümü farkettim, bu kesinlikle zorlayarak olmadı, bedeniniz, eğer onu dinlerseniz, ne zaman enerjiye ihtiyacınız olduğunu veya ne zaman enerjiye ihtiyacı olmadığını, neyin tadını sevdiğinizi, neyi iste stresten yediğinizi size bedensel hisler yoluyla aktarabilen çok akıllı bir mekanizmadır. 

Beden kendisi için sağlıklı olan kiloyu bilir ve zaman içerisinde onu dinlemeniz halinde, sizi o kiloya yönlendirir. İşte burada artık beyin, nöron vs. devreden çıkar, burada duyular devreye girer, duyularınızı tespit etmeye başlamanız için gereken süre ise 1 hafta ile 15 gün arasında değişkenlik gösterir. Onu takip edip, etmemek ise size kalmıştır. Beden dinleme tekniğini bir alışkanlık haline getirmek ise yaklaşık 45 günümü aldı.  Bu şekilde revize ettiğim yeme düzeni + cross fit sonucunda 4 kg daha vererek toplamda 9 ay içerisinde 10kg verdim. (Önemli Not: Genel olarak, fazla kilom olmaması sebebiyle, her ay 1 kg verdiğimi düşünebiliriz, daha fazla kilosu olan bir kişi, elbette aynı süreçte aynı sistemle daha fazla kilo verecektir.)

Bu süreçte, bedenimi acıktığında istediği şeyle beslediğim için hiçbir enerji kaybı yaşamadım, alışveriş düzenimi değiştirmedim, hareket ettiğim için metabolizmam hızlandı, yemeği fazla kaçırdığım 1 haftalık dönemlerde halen spor yapmaya devam ettiğim için hiçbir şekilde kilo almadım. Spor seanslarım sadece 30dk sürdüğü ve ev ortamında yapılabildiği için, kimi zaman herkes yattıktan sonra, kimi zaman sabah, kimi gün öğlen mutlaka bir 30dk'yı kendime ayırabildim. Bakın bu düzen benim hayatımda "farklı" olarak sadece bir 30 dk'yı ayırmamı gerektirdi. Tüm bu süreçte harcadığım para ise spor dvdsini almak için ödediğim 100 TL'den ibaret oldu.  İşte bu, hayat boyu uygulanabilir bir düzendir.

Spordan alacağınız ve dış dünya tarafından farkedilecek sonuçlar, 3 aydan önce ortaya çıkmaz!!! 

Hele hele sadece yürüyüşle bu mümkün değildir, lütfen kendinizi kandırmayın. Benim bu düzen sonucunda, dış dünya tarafından farkedilen sonuçlarım, diyet sonucunda anoreksik bir görüntüye düşmeden oldukça sağlıklı ve yavaş bir şekilde kilomu verdiğim için 5.ayda ortaya çıkmaya başladı. Oysa ben bugün 1-2 ay içerisinde bu 10kg yu sadece diyetle vermiş olsaydım, büyük ihtimalle, bu ani kilo kaybı sebebiyle bedenimde sarkmalar meydana gelecek, daha kötüsü çökmüş ve yorgun bir fiziğe sahip olacaktım. Daha genç yaşlarda olan tam da buydu, daha önce de 10kg vermiş vefakat sadece 1 beden incelme sağlamıştım, çünkü hayatımda spor bu denli aktif bir şekilde yer almıyordu. İlaveten porsiyon ve yeme düzenimde ani bir değişime sebep olduğum için zaman içerisinde kalp kaslarım zayıfladı ve soluğu bir doktorda almak zorunda kaldım!! İnat edip aynı yeme düzenine devam etseydim, kalp krizi geçirmem an meselesi olabilirdi!

Yine burada ismini vermeyeceğim vefakat "wellness" deyince en ünlü isimlerden olan bir kişinin 3 ayda bir hanımefendiye 25kg verdirttiğini gözlerimle gördüm, hanımefendi son derece zayıf, sağlıksız, daha da acısı, kol ve göbek bölümü sarkmış sadece 35 yaşında olan ama 55 yaşında görünen bir bedene sahipti ve devamlı yorgundu!

Bedeninize, ruhunuza ve sağlığınıza bu kötülüğü yapmayın. Hiçbir KALICI ve sağlıklı sonuç, buna kişisel gelişim çalışmaları da dahildir; kısa bir sürede elde edilemez.

Biraz sabırlı olun, hayat boyu koruyup, kendi kendinize sürdürebileceğiniz yaş ve kondisyon seviyenize uygun programları bulun, kendinize 1 sene süre tanıyın, neticede hayatınızın geri kalanını düşündüğünüzde 1 senelik yolculuğunuz size keyif verecektir ve zorlamayacaktır. Hayatınızda size iyi geleceğini bildiğiniz ama başlamadığınız veya başlasanız dahi bıraktığınız her program, sizin hayat düzeninize uygun değildir! Neden aynısını tekrarlayasınız? 

21 günde yeme düzeninizi değiştirmek yönünde adım atabilirsiniz, 25-35 dk'lık yoğun bir cross-fit programı ile bedeninizi de değiştirebilirsiniz, ancak bu değişimi mantıdan bir anda 1 ananas dilimine geçerek yapamazsınız, bedeniniz direnecek ve itiraz edecektir. Ancak bedeniniz mantıyı 1.5 porsiyondan zaman içerisinde 1 ardından da 0.7 ardından ise 0.5'e düşürdüğünde (doyma eşiğiniz) bedeniniz bu süreci ZAMAN İÇERİSİNDE gerçekleştirdiği için kabul edecek ve direnç göstermeyecektir. Ego ve beyin, bir değişim gerçekleştiğini anlamadan değişime uyum sağlayacaktır.

Kişisel Gelişim çalışmalarında da esas hedefim, daima egoyu rahatsız etmeden kişileri değişim alanına yönlendirmektir, aksi takdirde ego her türlü değişime direnç gösterecektir. 

Beynin, kas gruplarının, ruhsal ihtiyaçların, ego ve bilinçaltının mekanizmalarını göz ardı ederek size sadece matematiksel olarak kalori hesabına dayalı olarak sunulan diyet programlarından lütfen uzak durun! Hem sağlığınız hem de paranızı cebinizde tutun.

İlaveten, herhangi bir diyet veya spor programına başlamadan önce lütfen işinin ehli uzman kişilere danışın, hangi besine alerjiniz olduğu, hangi besini hazmedip, hazmedemediğiniz, kondisyon seviyeniz, kalbinizin dayanıklılığı, insülin direnci, tiroid vs. gibi etkenleri gözardı ederek bu gibi programlara girişmeyin, girişen kişileri de lütfen uyarın. 

Bugün bilinçsizce yapılan spor ve diyetin sonucu, ani ölümlere kadar gidebilir. Gelişiminizin zaman içerisinde meydana gelecek şekilde arttırılması sağlığınız için elzemdir ve hayatsaldır. İşte bu nedenle lütfen 20 günde, 2 ayda hatta 3 ayda nihai bir sonuca ulaşmayı hedeflemeyin.

Benim eski lisanslı profesyonel bir sporcu olmam sebebiyle, kondisyon seviyemi yürüyüşten, koşuya, koşudan cross-fit'e çıkarmam, hiç spor yapmamış birine oranla çok daha kolay ve sağlıklı bir şekilde gerçekleşti. Hiç hareket etmemiş biriyseniz, yürüyüşle başlayan yolculuğunuza zaman içerisinde tempo katarak ardından da belirli bir kondisyon seviyesine ulaştıktan sonra ağır sporlara geçmeniz tavsiye edilir. İşte bu gibi zamansal döngüleri anlayabilmek adına, sadece işinin ehli kişilerin makalelerini okuyun, online olarak bu kişilere ücretsiz olarak danışın, veya 1-4 seans arası bir danışmanlık hizmeti alın, bütçeniz elveriyorsa gerçek bir spor koçuyla çalışın. 

Lütfen spor geçmişi 3-5 koşudan ibaret olan, "amatör" sporcu olan ve kendini beslenme uzmanı olarak ilan eden kişilere güvenmeyin, bu kişiler her ne kadar iyi niyetle hareket ediyor olsalar dahi uğraştıkları mekanizma kendi zihnine sahip olan son derece kompleks, ruhsal süreçleri de içinde barındıran ve üzerinde uzun seneler çalışılması gereken sırları halen tam olarak çözülememiş bir mekanizmadır.

Ben spor ve beslenme konusunda uzman değilim, ancak, ego ve bilinçaltı süreçleri hakkında bir uzmanlığım var, işte bu nedenle size rahatlıkla söyleyebilirim ki:

- tüm köklü alışkanlıklar zaman içerisinde elde edilir
- bu nedenle kalıcı başarı ancak sürdürülebilir programlarla sağlanabilir
- ne beden ne de zihin ani değişime tolere göstermez, değişim, ego ve bilinçaltı süreçlerini tetiklemeksizin aşama aşama gerçekleştirilmelidir
- yaklaşık ve maksimum 9 ay - 1 sene içerisinde herhangi bir konuda yepyeni ve sürdürülebilir bir alışkanlık ve kalıcı çözüm elde edersiniz

Sabır ve sevgiyle kalın,

İletişim: fitsoulfitmind@gmail.com

Geleceği Bilmenin Sırrı

Geleceği bilmek istiyorsan, Kendini bil.  Geleceği mi bilmek istiyorsun, Dışarı çıkma, *Kendine gel!*,  Geleceği ...