29 Haziran 2017 Perşembe

İyi İnsanların Başına Gelmeyen İyi Şeyler




Bize çocukluğumuzdan beri öğretilen, iyi insanların, başına daima iyi şeyler geleceği, ne ekersek onu biçeceğimizdir.

Hatta bu konuda bir çok özlü sözümüz de mevcuttur.

Sabreden devriş muradına ermiş;

Ne ekersen onu biçersin;

Herkes gönlünün ekmeğini yer;

İyi şeyler, sabredenlerin başına gelir;

Aldatan, aldatılır...

Ancak bazen öyle durumlarla karşılaşıyoruz ki,  atı alan Üsküdar'ı geçiyor, bir çok "kötülük" tabir ettiğimiz olay, kötülük yapanın yanına kar kalıyor veya hayatı boyunca hep ihtiyacı olanlara yardım etmiş kişiler, bir türlü kendi sıkıntılarından kurtulamıyor.

E nerede bu ilahi adalet? Eğer bir ilahi prensip varsa, bu prensibin daima ve aynı şekilde ve herkes için aynı şekilde işlemesi gerekmez mi?

Benim de yazılarımda sıklıkla tekrarladığım gibi, enerji kaynağına döner,  başka bir ifade ile ne ekerseniz onu biçersiniz. Ama bu kuralın çok önemli bir detayı var, ve muhtemelen bu detayı daha önce hiçbir kaynakta okumadınız, duymadınız... İşte sistemdeki "açık" zannettiğimiz  bu gibi durumları, bu detayı anlattığımda daha iyi anlayacaksınız. 

Bunun için öncelikle bilinçaltımızı anlamamız gerek, bilinçaltımız tüm zihnimizin yüzde 95'ini oluşturuyor, uyanık zihnimiz ise sadece yüzde 5. Sizi tıbbi ve bilimsel bilgilerle sıkmayacağım, bu bilgileri rahatlıkla çeşitli kaynaklardan teyit edebilirsiniz (herşeyi benden beklemeyin araştırın=) Bu durum şu anlama geliyor, hayatımızın yüzde 95'ini oto-pilotta geçiriyoruz. An'da ürettiğimizi sandığımız düşünceler ve davranış modellerimiz ise tamamen geçmişe ait.

Nasıl mı?

Bilinçaltımızı bir bilgisayar olarak düşünün, bu bilgisayar doğduğu andan itibaren, her gördüğünü yorumlayarak bir kod haline getiriyor, bu kodlar, kişiye, belli bir durumda ne hissetmesi ve belli bir olay karşısında nasıl davranması gerektiğini ve belli olaylar karşısında hangi inanca sahip olması gerektiğini içeriyor. Günlük yaşantımızda, herhangi bir olayla karşılaştığımızda ise, bilgisayarımız hızlıca bir tarama yaparak, ilgili durumla ilgili ne hissetmemiz ve nasıl davranmamız gerektiğini bize bildiriyor. Tüm bu süreç elbette kalp atışı kadar otomatik ve hızlı bir şekilde gerçekleştiği için, bizler uyanık geçirdiğimiz saatlerde oldukça bilinçli ve kontrollü bir şekilde tüm davranış ve duygularımızı anda ürettiğimizi ve yönettiğimizi zannediyoruz. 

Gelelim, iyi insanların neden kimi zaman "iyiliklerle" karşılaşmadığı meselesine. 

İyi insanlar her ne kadar iyi olsalar da, bu onların bilinçaltının "iyi kodlarla" donatıldığını göstermez. 

Enerji kaynağına döner demiştik, başka bir temel kuralımız ise, düşüncelerimizin gerçekliğimizi yani hayatımızı yarattığıdır. Ama sandığınız gibi bu düşünceler uyanık zihninizle ürettiğinizi zannettiğiniz düşünceler değil, biraz önce bahsettiğim ve bilinçaltında kayıtlı olan çekirdek düşünceler ve birçoğumuz bu düşüncelerin ne olduğunun farkında değiliz, ancak bu düşüncelerin yaydığı baskın enerji, gerçekliğimizi yani hayatımızı yaratan temel unsurdur (Çekim Yasası Prensipleri). 

Bu nedenle uyanık zihnimizle gerçekleştirdiğimiz eylemlerin karşılığını alamamamız son derece normaldir. Örneğin, bir kişi, her ay düzenli olarak yardıma ihtiyacı olanlara bağış yapıyor ve yardımda bulunuyor, bu kişinin kendine ait sıkıntıları da var ve esasında kendisi de yardıma muhtaç ama yine de sahip olduğu belirli bir inanç yüzünden bu bağışları ve yardımları yapmaya devam ediyor, ve yardım edenin bereketinin sonsuz olacağını düşünüyor ama nedense kesinlikle kendisi bolluğa kavuşamıyor.

İşte bunun nedeni tam da bu kişinin bilinçaltı çekirdek kodlarında, kendisinin "asla" bolluğa kavuşamayacağı, ve belli bir sosyal statüye ait olduğu, bu statüyü geliştiremeyeceği gibi kuralların yer alması. Her ne kadar bu kişi uyanık zihni ile "iyilik edenin iyilik bulacağına" inandığını zannetse de daha baskın olan bilinçaltı kodları bu kuralın üzerine çıkıyor ve yaratım bilinçaltı kodlarına göre gerçekleşiyor.

Bu kişilerin yaptığı en büyük hata mevcut hayat koşullarına odaklanmalarıdır. Bu kişiler belli bir yaştan itibaren hep benzer kareleri görmüş ve yaşamıştır, bu kişilerin gördüğü ve deneyimlediği hayat kareleri zorluk, maddi sıkıntı, aşırı derecede çalışmak zorunda kalmak, ailevi sorunlar, ilişki sorunlarıdır. Bilinçaltı kimi zaman da ego denen bilgisayar ise matematiksel bir hesap yaparak şu sonuca varır:

Mevcut koşullarım x, y, z o zaman elde edeceğim sonuç da x,y,z.  

Kısacası bilinçaltı,tamamen düz bir neden-sonuç ilişkisi kurarak, son derece basit ve daha da önemlisi yanlış bir algoritma ile mevcut ve geçmiş koşulları gözönünde bulundurarak, gelecekte elde edeceğiniz sonucu size iletmektedir.  Ne demiştik bilinçaltı tüm hayatımızın yüzde 95'ni yönetiyor ve tüm davranış, inanç, gerçeklik, ve duygu modellerimizi belirliyor. Düz bir hesapla yüzde 95'in ürettiği düşünce ve duygu ile yüzde 5'in ürettiği duygu ve düşünceleri karşılaştıracak olursak, yüzde 95'in yaydığı frekansların çok daha baskın ve kuvvetli olacağını tespit edebiliriz. 

İşte tam da bu nedenle, çok iyi insanların başına beklediğimiz gibi çok iyi şeyler gelmeyebiliyor, çünkü bu kişilerin odağı daima geçmişleri ve anlarında yer alan hayat karelerine yönelmiş durumda, farklı bir hayat karesi hayal bile etmiyorlar, dolayısıyla yarattıkları daima benzer hayat kareleri oluyor, bu benzer hayat kareleri de çocukluktan itibaren yaşanan sıkıntıları ve bu sıkıntıların benzerlerini içeriyor, hayatları tamamen benzer döngülerden oluşuyor, bu kişiler gerek kariyerlerinde, gerek ilişkilerinde ve hatta sağlık durumlarında sürekli benzer hikayeleri yaşar gibi duruyorlar.

Yine işte tam da bu nedenle "kişisel gelişim" başlığı altında, bilinçaltı temizliği çalışmaları yapılıyor, meditasyon kesinlikle ve daima öneriliyor. Bunlar her ne kadar "boş" veya "sadece rahatlama" amaçlı aktiviteler gibi görünse de, esasında kişiye beyninin saklı kalmış ve hayatını yöneten yüzde 95'lik kısmına erişmesini, bilgisayarını formatlamasını, yeni kodlar girmesini, kısacası zihninin kontrolünü ele almasını sağlıyor.  Bu çalışmalara başlayan herkes, esasında bugüne dek, bir "robot" gibi yaşadığını farkederek oldukça şaşırıyor ve çoğu zaman da rahatsız oluyor. Bir çok kişi esasında kim olduklarını dahi bilmediklerini, kimliklerini çevrelerinden aldıkları geri bildirimler sonucu "kabul ettiklerini" ve bu geri bildirimlere inanarak sanal kimliklerini kendi kimlikleri sandıklarını ifade ediyor. Birçok kişi gerçekten ne istediğini bilmediğini, isteklerinin dahi toplum tarafından empoze edilen "istekler" olduğunu farkediyor. 

Burada sizlere önereceğim çok önemli bir çalışma olacak:

İstediğiniz hayatı yaratmak istiyorsanız, geçmiş ve mevcut koşullarınızı bir kenara bırakmanız gerekir, yepyeni bir hayat karesi yaratmak istiyorsanız, tam da bunu yapmalısınız, "nedensellik ilkesi" denen ve kuantum fiziği tarafından her koşulda geçerli olmadığı tespit edilen ilkeden vazgeçerek, sadece ve sadece ulaşmak ve deneyimlemek istediğiniz hayat karesine odaklanmayı öğrenmelisiniz. O kareye nasıl ulaşacağınız da bilinçaltınızın görevi olduğu için bu yolu sizin uyanık zihninizle bilmeniz gerekli değildir. Bu görev size de ait değildir. Sizin yapmanız gereken sadece bilgisayarınıza yani, bilinçaltınıza yönlenmesi gereken yeni hayat karesini kod olarak girmektedir, rotayı çizecek olan uyanık zihniniz değil, tekrar ediyorum, sezgileriniz ve bilinçaltı mekanizmalarınızdır. 

Sevgilerimle


Birebir çekim yasası eğitimi için taleplerinizi fitsoulfitmind@gmail.com adresine iletebilirsiniz.  




13 Haziran 2017 Salı

Eyvah Sanirim Depresyondayim!



Depresyon, çağımızın belki de en sık rastlanılan rahatsızlıklarından biri.  Depresyon, günümüzde "depresyon tedavisi" başlığı altında çeşitli araçlarla "tedavisi" mümkün olan bir "hastalık" olarak tanımlanıyor. 

Depresyonun tedavi yöntemlerinin başında, psikolojik/ruhsal terapi ve ilaç tedavisi geliyor.

Peki hiç şu soruyu sormayı düşündünüz mü?

Depresyon bir hastalık mıdır?

Gelin öncelikle hastalık nedir, ne değildir, ezoterik bir çerçeveden inceleyelim. 

Hastalığın en yaygın tanımı şudur: "Hastalık ya da sayrılık, beden veya zihinde meydana gelen, rahatsızlık, dert ve görev bozukluğuna yol açan belirli bir anormal duruma verilen isimdir".

Türkçe'de hastalığı ifade eden malesef sayıca fazla kelimemiz olmamakla beraber, İngilizce'de "hastalık" olarak nitelendirilmeyen vefakat "rahat olmama haline" işaret eden "dis-ease" kelimesi bazı durumları açıklamak ve tanımlamak için kullanılmaktadır, bir çok hastalık ise biyolojik, mental, ve fizyolojik düzenin bozulmasına ilişkin olduğu için "dis-order" yani "düzensizlik" olarak ifade edilmektedir. 

Her iki tanımda da dikkati çeken iki unsur vardır, rahatsız olma hali ve normal dışı durum (anormal durum, anomali).

Depresyonu ele alacak olursak, depresyon kişiyi rahatsız eden duyguların var olması, kimi zaman ise duygu ve duyarlılığı yitirmenin, boşluk hissinin vuku bulması ve bunun neticesinde kişinin fizyolojik olarak hayatı idame ettirme gücünü yitirmesi olarak tanımlanabilir. 

Gördüğünüz gibi depresyonun doğuş noktası "duygulardır", fizyolojik olarak güç kaybı ise "rahatsız" eden duygular" veya "duygu yoksunluğu" halinde meydana gelir, bu nedenle ele alınması gereken durum fizyolojik belirtilerden ziyade kişinin "duygu halidir". 

Depresyonun tanısı yapılırken, doktorlarımız özellikle, fizyolojik hayatınızı ne kadar idame ettirip, ettiremediğinize yönelik sorular sorarlar ve bunu anlamak adına, banyo, ev ve yemek düzeninizden tutun bir çok alanı deşerler, kısacası, duygusal durumunuza dair fizyolojik bir belirti de ararlar, Doktor, hayatınızı normal ve olağan koşullarda idame ettirebildiğinizi gördüğünde size "hafif depresyon" tanısı koyabilir veya böyle bir tanıyı hiç koymayabilir, ama kişi fizyolojik olarak hayatını olağan akışında idame ettiremiyorsa, genellikle terapi ile birlikte, anti-depresan ilaç tedavisine başlanır.  Bakın burada, ilaç tedavisine başlayıp, başlamayacağınızı belirleyen en büyük etkenlerden biri hayatınızı "olağan akışında" idame ettirip ettiremediğinizdir.

Kullandığım kelimelere dikkat edin, "normal", "olağan".  Ezoterik çerçevede son derece anlamsız olan bu iki kelimenin anlamsızlığını şu şekilde açıklamak isterim: Normal ve olağan, bir toplum içerisinde sıklıkla karşılaşılan durum ve davranışlar bütünüdür. Bu tanıma göre, siz kalıplaşmış davranış modellerinden farklı bir davranış modeli gösterdiğiniz anda doğrudan "anormal"  ve "olağandışı" kapsamına girmektesiniz.  Bugün, normal, olağan ve sıradanın ötesinde davranış biçimi gösteren birçok kişiye "hasta" tanımı yapılması da bu mantıktan ileri gelir.  Gördüğünüz gibi, toplum standartlarının dışına çıkan bir çok kişi hasta olmakla itham edilme ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu yapay hastalıkların başında, depresyon, eşcinsellik, üstün yaratıcılık (delilikle itham edilirsiniz), hiperaktivite (enerjinin doğru şekilde kanalize edilememesi),dikkat bozukluğu gibi durumlar gelir. Bu gibi hastalık olarak tanımlanan durumların her biri, kişinin enerjisini kendisi için doğru ve anlamlı bir kanala kanalize edememesi, ve enerjisini yönetememesinden kısacası, kendisine bahşedilmiş üstün kapasitesini kullanmayı bilmemesinden ileri gelir, ve hiçbiri de "hastalık" değildir. İlaç tedavisi, yapay yollar ve dışarıdan müdahele ile, bir takım hormon ve salgıların vücutta üretilmesini sağlayarak,  kişiyi "stabil" bir hale getirerek, çevresine yeniden uyum sağlamasını ve hayatını "olağan" akışında idame ettirebilmesi adına gereken enerji ve gücü kendinde yeniden bulabilmesini sağlar.  Bu yöntemle ancak bir makineyi tamir edebilir, ancak bir insanı şifaya kavuşturamazsınız. 

Neden mi?

Kendini doğa ve evrenden ayrı tutan İnsan, çok önemli bir ayrıntıyı gözden kaçırmaktadır. Evren, kutupluluk, yani dualite prensibine göre işler. İyi kavramının ortaya çıkabilmesi ve tanımlanabilmesi için kötü kavramının, mutluluk kavramının ortaya çıkabilmesi ve tanımlanabilmesi için ise mutsuzluk yani depresyon kavramının varlığına ihtiyaç vardır, tıpkı her karanlığın bir aydınlığa, her aydınlığın ise karanlığa hayat vermesi gibi. 

İnsanın kendini kötü ve güçsüz hissetmesini "anormal" olarak niteleyen bilim, "normal" olanın stabil ve dingin hissetmek olduğunu öne sürerek, bu olumsuz duyguların kişiyi hayat düzeninden koparmasını engellemek adına, dışarıdan müdahalenin gerekli olduğunu savunur.  Bu durum, malesef insanoğlunun insanlık deneyimini reddederek daimi mutluluğun peşinde koşmasından ileri gelir, oysaki insan olma deneyimi içinde kutupluluğu barındırır ve ilahi tekilliği barındırmaz. Depresyonun bir hastalık olduğunu iddia etmek, insanın, insan olma deneyimini reddetmesi anlamına gelir. 

Kutupluluk prensibine göre, mutluluk ve depresyon aynı frekansın iki zıt ucudur, tıpkı atalet, tembellik, duyarsızlık ve yaratıcılığın da aynı frekansın iki zıt ucu olması gibi. Bugün, yaratıcılık ve mutluluğun "doğal" olduğunu savunan insanın, aynı frekansın diğer ucunu "anormal" olarak nitelendirmesi mantıksızdır. Tüm duygular, insan içindir, ve sadece olandır, vardır. Burada görülmesi gereken husus şudur; depresyon bir hastalık değil, bir bakış açısıdır. Bu bakış açısı ise kişiyi "rahatsız" etmektedir. Dolayısıyla, yapılması gereken bakış açısının değiştirilmesidir, fizyolojinin değiştirilmesi değil.  Depresyon, kurban bilincidir, mutluluk ise varlık bilincidir.  Yokluk (kurban) bilincinden varlık bilincine geçmek için ilaca başvurmak yapay ve geçici sonuçlar doğurur. 

Evren döngüler halinde çalışır, enerjinin akışı serbest bırakıldığında, doğal ve otomatik olarak olan, döngünün kendini kolaylıkla tamamlamasıdır. Örneğin, bugün bir ağaç sonbahar mevsiminde yapraklarını döktüğünde, depresyona girdiği için yapraklarını dökmemektedir, tamamen akışın parçası olan ağaç, zamanı geldiğinde tekrar çiçek açar, bu döngünün bozulmasına sadece dışarıdan müdahaleler engel olabilir. İşte biz insanlar da duygu döngülerinin anormal olduğunu kabul ederek, daima çiçek açmak yönünde kendimizi zorlamamız gerektiğine inanmaktayız. Bu nedenle de herhangi bir olumsuz duygu hissetmemiz halinde ilk tepkimiz, bu duyguyu savuşturmak, yok saymak, üstünü örtmek, çabucak gidermek yönünde olur, zira bize öğretilen bu duyguların "hastalıklı" duygular olduğu yönündedir, hatta bu gibi duygulara kapıldığımızda, dışarıya yansıtmamak adına da elimizden gelen tüm çabayı gösteririz, adeta böyle hissetmek utanılacak bir şeymiş gibi...

Evrende hiçbir mekanizma boşu boşuna veya tesadüfen yaratılmamıştır, herşey matematiktir ve matematikseldir, ve herşeyin bir formülü vardır.

Bugün bir ağacın yapraklarıı dökmesini "hüzünlü" ve "depresif" olarak nitelendirerek, bir "kayıp" olarak görmek bir bakış açısıyken, bu durumu, ağacın bahar mevsiminde yeniden yapraklarını açmak üzere hazırlık yapması, kendini yenilemesi ve yeniden doğuşu olarak görmek ise bambaşka bir bakış açısıdır, oysa olan olay tamamen aynıdır.  

Ve herkes bilir ki, gecenin ardından gündüz gelir, yapraklarını döken ağaç, bahar mevsiminde yeniden çiçeklenir.

Tüm dünyamız ve doğa bu döngü içerisinde tüm "olağanlığı" ile hareket ederken, insanın yapraklarını dökmesini "anormal" olarak nitelendirmek, sadece tek bir bakış açısıdır.  İnsanın bu döngüsüne hastalık olarak bakabilirken, dünyanın bu döngüsüne ise kimse "hastalık" gözü ile bakmamaktadır. 

Evet, depresif duygular, melankoli, acı ve hüzün gibi duygular, duygu skalasının olağan parçalarıdır, ve hiçbir duygu sebepsiz yere ortaya çıkmaz. Depresyonun kişiyi rahatsız etmesi, depresyonun tanısının hastalık olarak yapılmasına  ve tedaviye muhtaç olduğu görüşüne sebep olurken, rahatsızlık duygusunun esas sebebi bu duyguların neden ortaya çıktığını bilememekten kaynaklıdır.  

Kısacası, neden böyle hissettiğini anlayamamaktan kaynaklı olarak rahatsızlık duygusuna kapılan kişi, bu duyguyu çözemediğinden dolayı, duygularının esiri olur bu da fizyolojik olarak güç kaybına yol açar. Yani, kişinin esas derdi, duygularının kendisine anlattığı mesajı anlamamaktan ileri gelir ve dünyadaki hiçbir ilaç, duygularınızın size ne anlattığını anlatabilecek kapasiteye sahip değildir.                                        
Özetlemek gerekirse, evren ve dünyamız döngüler halinde hareket eder, ve evrimini bu şekilde gerçekleştirir, insanın gerek başarı çizgisi, gerek duygu çizgisi gerekse ruhsal gelişimi de döngüler halinde, iki ileri bir geri şeklinde gelişir ve evrilir.  Daimi mutluluk, daimi yükseliş insana dair değildir, ilahidir ve tekildir. Bir gün o noktalara da geleceğimiz kesin olmakla beraber, mevcut durumumuz ve kapasitemiz "tekil" olmaya müsait değildir, dolayısıyla şu an için çok isteseniz dahi, "ikililik", "kutupluluk" deneyimine karşı koymanız anlamsızdır, boşa enerji kaybıdır, ve depresyonun esas sebebi de, insanın ikili doğası ile savaşmasından ve bu durumu "anormal" olarak nitelemesinden meydana gelir. Oysa ki savaştığınız ve mücadele ettiğiniz herşey baki kalır, başka bir ifade ile ilaç tedavisi ile normal akışınıza geri dönebilseniz dahi, depresyona girmenize yol açan esas sebep, henüz keşfedilmemiş bir şekilde toprağın altına gömülmüş ve tekrar kendini farklı suretlerde ifade etmek için pusuya yatmıştır. 

Depresyon, bir yaprak dökümü ise, mutluluk baharın gelişidir. Depresyon ana rahminde karanlıkta bekleyen bebek ise, mutluluk bebeğin aydınlığa çıkışı ve doğumudur ve her biri de "doğal" olaylardır. Bu olayları anomali olarak nitelendirmek bir bakış açısıdır. 

Vaktinden önce doğurtulan bebekte hayatı boyunca bir çok rahatsızlığın meydana gelebilmesi riski mevcuttur. Vaktinden önce zorla meyve verdirilen ağacın mahsülü içinde vitaminini barındıramaz. Depresyona dışarıdan yapılan müdahele de bu duruma benzer, ve kişinin döngüsünü tamamlayamadan, zorla yeniden ve erken doğumuna sebep olur. 

Olumsuz duygularınız "depresyona" dönüşmek zorunda değil.  Depresyon, insan yapımı, yapay bir rahatsızlıktır.  Olumsuz duygularınız, mevcut hayat düzeninize dair, hoşnutsuzluğunuzu size yansıtan ve NEYİ DENEYİMLEMEK İSTEMEDİĞİNİZİ anlatan son derece kuvvetli mesajları içinde barındırır.  Bu bir hastalık değil, ruhun kişi ile iletişim biçimidir, kişi kendisine anlatılan mesajı anlamaz, görmezden gelir veya dış müdahale ile bastırırsa, ruh kişiye vermek istediği mesajı, kişi anlayana kadar çeşitli suretlerde vermeye çabalayacaktır. Çünkü insanın kaderi evrimdir, evrim ve gelişim, kişinin blokajlarını, kusurlarını, onu en iyi versiyonuna ulaşmasını engelleyecek, düşünce kalıplarını tespit edip, bunlarla yüzleşip, şifalandırması ile mümkündür. Hiçbir insan yoktur ki, zehirlendiğinde, toksik besinleri içinde öğüterek, iyileşebilsin, zehir dışarı akıtılmadan, toksik besinle yüzleşilmeden, kişiyi şifaya kavuşamaz, sancısız doğum yani yaratım da mümkün olmaz.

Olumsuz duygular, bir sonraki yaratımdan hemen önce gelen aşamadır, yaratım ve yaratıcılığın önceki aşaması genellikle ağır olumsuz duygulardır, bu nedenle günümüzde isim yapmış, bir çok başarılı insanın hayatında hatrı sayılır derece travmatik ve acılı deneyim yer almaktadır, bu deneyimler, bu kişilerin en büyük yaratımlarının hemen öncesinde meydana gelen ve esasında "itici gücü" oluşturan temel ateşleyicilerdir.

Neden mi? Kişi en derin kuyuların en karanlık dibine vurduğunda, yapacak hiçbir şeyi kalmadığında, mecburen kendisini hayata teslim eder...bu teslimiyet noktasında "hiçlik"  ve "boşluk" vardır. Hiçlik ve boşluktan evrenler yaratılmıştır ("Big Bang"), akışına bıraktığınızda hiçbir "hiçlik" ve "boşluk" duygusu sonsuza dek bu şekilde atıl kalamaz, kendi içinde doğurmaya, üremeye ve zıttını yaratmaya mahkumdur, zira sık sık tekrarladığım gibi dünyevi düzlemde "tekil" frekansı deneyimlemek şu an için imkansızdır. Tekillik Yaradan'a mahsustur, bunu hiçbir zaman unutmayın.  Dolayısıyla, dingin bir şekilde "hiçlik" duygusunu yaşayan ve gözlemleyen kişinin eninde sonunda varacağı nokta "varlıktır".  

Diğer bir yaklaşım ise şu şekildedir; dibe vuran kişi, dibi yaşamaktan rahatsız olduğunu farkettiği an, daha da önemlisi bu döngüden sıkıldığını farkettiği an, döngünün tersini yaratmak üzerine doğal bir güdü ile hareket etmeye başlar, artık buradan sonra gidilecek tek bir yol vardır o da yukarıdır.

Ancak her iki yaklaşımda da en önemli unsur, olanın farkındalığına sahip olmaktır. Bir çoğumuz olumsuz duygular içerisine girdiğimizde ve bu süreç bizim "beklentimizin" ötesinde bir süre boyunca devam ettiğinde, duygularımızı gözlemlemek yerine, o duyguların esiri olur, ve aynı duygulardan daha fazla yaratmaya başlarız, duygularımız bizi girdap gibi içine alır ve sürükler, oysa olması gereken, duygunun dışında kalarak, duygularınızı objektif bir şekilde izlemek ve analiz etmektir. Buradaki analiz sürecinde, duygularınız yok saymak ve bu duygularınızı hissetmenizi engelleyecek hareketlere girmek faydalı olmaz, örneğin gereğinden fazla sosyalleşme, dışarı çıkma, aktif bir hayat, kısacası, ne hissettiğinizi analiz edip, gözlemlemenizi sağlayacak vakti tanımanızı engelleyecek hareketlerden kaçınmanız gerekir.

Her ne kadar tatsız da olsa, bu süreçte, sessizlik, sakinlik ve içinize dönmenizi sağlayacak aktiviteler, bu sürecin en hızlı şekilde dönüşmesini sağlayacaktır.  Hoşlanmadığınız bir duygu ile yüzleşmediğiniz sürece, o duyguyu dönüştürmeniz imkansızdır. Yüzleşmenin sonunda o duygunun oluşmasına kaynak sorunu görebilir, ve çözüme ancak o sorunun zıttına yönelerek varabilirsiniz, bir çok depresyon rahatsızlığına yakalanan kişi, depresyonunun kök nedenini araştırmaksızın, sadece iyi hissetmeye yönlenir, ve en başta depresyona yol açan kök sebebi göremez, dolayısıyla da depresyon rahatsızlığını yaşayan bir çok kişinin hayat süreçleri içerisinde birden fazla kere depresyona girmesi sıklıkla görülür. 

Depresyona "girmek" yerine, depresyonun sizden geçip gitmesine izin vermeniz gerekir. Herhangi bir frekansın yoluna devam edebilmesi için ise, akışa müdahale etmemek gereklidir, her ne kadar egonuz tam tersini söylüyorsa da.

Bu süreçte, eğer meditayson, yoga ve içe dönüş pratiklerinizden herhangi bir fayda sağlayamıyorsanız mutlaka ruh bilimine hakim bir terapistten destek almalısınız. İlk uykusuzluk, kalp ağrısı, hayal kırıklığı ve umutsuzluk duyguları ile karşılaştığınızda ilaca sarılmak, kolaycılıktır ve esasında uzun vadeli olarak da herhangi bir işe yaramaz. 

Burada elbette Psikiyatr'larımız benimle aynı fikirde olmayacaktır,  hayatla fiziksel bağını da kesme noktasına gelmiş bir birey için acil müdahalelerin yapılması gerektiğine ben de katılıyorum,  intihar eğilimi görülen, çok büyük travmalar yaşayan, kendine ve etrafına zarar verme ve şiddet eğilimi gösteren bireylere, acil müdahale edildikten sonra terapi sürecine girilmesi elzemdir.  Ancak günümüzde bir çok kişi sadece kalp kırıklığı, hayal kırıklığı, uykusuzluk, aşırı stres ve sıkıntı hallerinde dahi, bu olumsuz duyguları hissetmemek adına derhal kısa çözüm olan ilaç yöntemine başvurmaktadır ki, işte bu yazı tam da bu kitle için yazılmıştır.  Ancak tekrar ediyorum, hayatına son verme eğilimi olan, kendisine ve etrafına zarar verme ve şiddet eğilimi gösteren bireylerin kesinlikle Psikiyatrist desteği alması gereklidir ve elzemdir, diğer yandan, böyle bir eğilimi olmayıp da, "iç sıkıntısı" çerçevesinde olumsuz duygular ve takip eden fizyolojik güç kaybı yaşayan bireylerin ise, bu duygularını öncelikle analiz etmesi çok daha faydalıdır.

Bu durumu bir örnekle de açıklamak isterim, örneğin çok uzun bir süredir hayatınızın oldukça rutinleştiğini, ve bu rutin içerisinde bulaşık yıkamak, yemek yapmak hatta yemek, sosyalleşmek, kimi zaman kendine bakmak, işte gitmek gibi aktivitelerinizi dahi gerçekleştirmeyi canınızın istemediğini farkettiniz. Dolayısıyla da, işyerinizdeki performansınız da düştü, artık yöneticilerinizden olumsuz geribildirimler duymaya başladınız ki, bu durum da ilave bir stres sebebi oluşturmaya başladı, oldukça stresli olduğunuz için özel ilişkileriniz de bu durumdan yara almaya başladı, artık daha sık gerilir, tartışır hale geldiniz, bir de özel hayatınıza ilave bir stres kaynağı eklemiş oldunuz, içinizde devamlı surette bir sıkıntı, ve isteksizlik hali ve mutsuzluk duygusu var, kelimenin tam anlamıyla rahatsızsınız.. Bir doktora başvurdunuz ve ilaç aldınız, bir ay içerisinde hayatınıza farklı gözlerle bakar haline geldiniz... beş sene sonra ise, aynı duruma tekrar geri döndünüz...

Veya,

Aynı durumun nedenini anlamak üzerine bir terapistle görüşmeye başladınız, terapistinizle yaptığınız görüşmeler neticesinde, ki bu bir yaşam koşu, psikolog, kişisel gelişim uzmanı veya enerji terapistinden herhangi bir olabilir (zira tüm bu alanlar, kişilerin davranış biçimlerini, ruhsal ve analitik döngülerini anlamak ve dönüştürmek üzerine eğilen ve hizmet veren alanlardır), farkettiniz ki, bu duygulara sebep olan kök durum, mevcut hayat düzeninizi, belki işinizi, belki de eşinizi bırakmanıza veya kökten değiştirmenize işaret eden bir durum. 

Arkadaşlar, insanoğlu için en büyük mücadele, güvenlik alanını terk edebilmesine dair iradesi ile verdiği savaştır, bir çok kişi, ruhunun çağrısını esasında duyar ancak duymamazlıktan gelir, zira bu çağrılar, kişinin güvenlik alanını terk etmesini, alışkanlıklarını değiştirmesini, cesur olmasını, kısacası yeniden doğmasını içinde barındırır. Bu sizi hayatta tutmak için ve acıdan korumak için elinden gelen herşeyi yapan egonun ölmesi/öldürülmesi anlamına gelir.  Ölüm, yani yok olma korkusu, insanın en temel ve köklü korkularındandır, dolayısıyla insan kaba tabirle, ölmek yerine sürünmeyi farketmeden daima tercih eder, işte birçok kişinin ölür gibi yaşaması bundandır... Birçok hassas ruh ise, bu çağrıları yok sayamayacak kadar algıları açık kişilerdir,  ve bu kişiler ağırlıklı olarak yaratıcılık yeteneğini kullanan veya kullanmak ve ifade etmek yönünde içten içe yanıp tutuşan kişilerdir. Bu çağrıları yok sayamayan hassas ruh, egosunun dayadiğı güvenlik alanından çıkarsa "öleceğine" dair bir korku da yaşadığından "depresif" bir duygu durumuna bürünür ve bu duygu durumunun sebebini "bilmemeyi" tercih eder. Terapistinizle veya kendi içinizde yaptığınız görüşmeler sonucunda,  esas problemin, kendinizi gerçekleştirememek olduğunu - amaçsız kaldığınızı, ve bunu yapabilmek adına, (örneğin) işinizi/eşinizi bırakmanız gerektiğini veya yapmaktan çok korktuğunuz "o şeyi" yapmanız gerektiğini anladınız; işte bu sizin bir anlamda yeniden doğuşunuz, yeni bir yaratıma geçmeniz, evrilmeniz ve gelişmeniz anlamına gelir, ve evet bu süreç sancılı olabilir ama kesinlikle karlıdır.
Oysa ki eğer, hikayemizdeki bu kişi, bu analiz sürecinden geçmeksizin, doğrudan bir ilaç müdahelesi ile "iyi hissetmek" yolunu tercih etseydi,  gerçekten başarılı olacağı bir kariyer, gerçekten mutlu olacağı bir eş,  ve daha da önemlisi kendisinin maksimum potansiyelini yaşayacağı bir hayata kavuşma olasılığına sahip olamayacaktı, çünkü böyle bir dürtüyü (depresif/olumsuz duygular) hissetmemek üzere kendini dış müdahaleler ile "duyarsız" hale getirmiştir.

Bu nedenle depresyon bir hastalık değildir, veya daha doğru bir ifade ile, depresyon tanısı konulmuş birçok kişinin yaşadığı duygu durumu bir "hastalık" durumu değildir,  ve bu durum bir rahatsızlık olmak zorunda da değildir, depresyon bir bakış açısıdır,  depresyon mevcut bakış açınızın doğru olmadığına dair en önemli karinedir, depresyon size bakış açınızı değiştirmeniz için kendinize sunduğunuz en değerli bilgi mekanizmasıdır, bu anlamda depresyon bir felaket olabileceği gibi bir lütuf da olabilmektedir, ve bunun yolu sadece olanı anlamak yani farkındalıktan geçer. 

Duygularınızı anlamak adına, duygularınızın içine girmek yerine, duygularınızı içe dönüş pratikleri ile (meditasyon, yoga, reiki, enerji terapisi, psikolojik destek) gözlemleyin, duygularınız boşu boşuna ortaya çıkmaz, her birinin size hayatınıza dair önemli mesajları vardır. Derhal ilaca sarılmak yerine, önce anlayış kazanmaya çalışın, ardından gerekirse ilave destek de alın, yine gerektirdiği takdirde ve önerildiği takdirde dış müdahale ile fizyolojinizi de bir dengeye sokun, ancak ve mutlaka, ön çalışma olarak kendinizi mutlaka gözlemleyin. 

Sevgilerimle



Bireysel danışmanlık için fitsoulfitmind@gmail.com adresine yazabilirsiniz. 

2 Haziran 2017 Cuma

Kaz Dağları - İnsanoğlunun Sırları



Havaların güzelleşmesi ile birlikte, daha önce hiç gitmediğim, ama hakkında muhteşem geribildirimler duyduğum Kaz Dağlarına haftasonumu geçirmek için gittim. 

Gerçekten doğası, havası, natürel güzellikleri, Dünya'nın başlıca güzellikleri arasına girebilecek seviyede olan Kaz Dağları bölgesi'nin bana kattıkları, gözle görülebilen güzelliklerinden öte oldu. 
Kaz Dağları'nda doğanın güzelliğinden öte görebileceğiniz pek bir şey yok, elbette çok güzel şirin köyler de var bu bölgede, görmenizi kesinlikle tavsiye ederim, ama Kaz Dağları'na ününü kazandıran kesinlikle el değmemiş gibi görünen doğası. 

Eşimin fotoğraf sanatçısı olması sebebiyle, insan kalabalığının bulunmadığı, kuytu köşelerde uzun saatler tek başıma vakit geçirmek durumunda kaldım. İşte tam da doğanın esas güzellikeri ile karşılaştığım, daha doğrusu, zaten var olanı gerçekten görebildiğim dakikalar da bu dakikalar oldu.  Bu yazıyı yazıp, yazmamak konusunda uzunca bir süre düşündüm, zira insanın gözünün görebildiğini sözcüklerle ifade edebilmesi nispeten daha kolayken, gözünün değil, ruhunun görebildiklerini insan yapımı sözcüklerle ifade etmek çok ama çok zor. Ama yine de içinizden bir kişi için bile bu yazdıklarım bir ilham kaynağı oluşturacaksa, benim için ne mutlu!

Telefonumun şarjının da bitmesi ile birlikte, gizli saklı kalmış, şelale kıyılarında sadece doğanın sesi eşliğinde, başka hiç bir uyaran olmaksızın, oturdum. Yapacak hiçbir şey olmadığı için, sadece ufak şelaleyi, kuşları ve ağaçları seyrettim. Daha önce meditasyon çalışmalarımı buna benzer bölgelerde gerçekleştirmiştim, ama bu defa hiçbir amaç ve düşüncem olmaksızın sadece seyretmeyi tercih ettim. Yapacak pek bir şey olmadığından, basit sorular aklımı meşgul etmeye başladı, bu kadar insan kalabalığına maruz kalan, bir ortamın suları ve toprağı nasıl halen bu kadar bereketli ve temiz kalabiliyordu? Mangala izin verilen bu bölgelerin havası halen nasıl dünyanın en fazla 3. oksijen üreten bölgesi olabiliyordu? 

Yanıt basitti.. doğanın kendini yenileme özelliği... insanların ürettiği toksisite etkinin, doğanın yenileme özelliğine oranla daha az olduğu her durumda, doğa kendini rahatlıkla "mükemmel" haline geri döndürebiliyordu.  Yapılan araştırmalar sonucunda, tüm insan ırkının yok olması halinde, tüm doğanın kendini yaklaşık 72 senede yeniden mükemmel hale getirebilme özelliği olduğunu biliyor muydunuz?

Bu durumu tıpkı insanın bağışıklık sistemine benzetebiliriz. Görünen oydu ki, Evrende var olan tüm canlılar, otomatik olarak "sağlıklı" ve "mükemmel" olmak yönünde DNA'larında var oluşlarından itibaren bir program barındırıyolardı!

İnsan, ben dahil, doğayı ve hayvanları incelerken, kendisinden ayrı ve farklı bir varlığı incelermiş gibi inceleme eğilimine sahiptir. İşte Kaz Dağlarında ben bu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu farkettim. Kendimizden ayrı olarak gördüğümüz ve hayranlık duyduğumuz (en azından birçok insan için böyle olmasını umudediyorum) doğa ve hayvanlar hiç de insanlardan ayrı veya farklı değil.  Henüz tam olarak açıklanamamış Big Bang (Büyük Patlama) sonucunda oluşan Evrenimiz ve onun mahsülleri yıldızlar, gezegenler ve Dünyamız, ve Dünyamızın habitatına uygun olarak üremeye ve var olmaya başlayan canlıların arasında Homo Sapiens (bizler), Homo Erectus, Homo Denisova, Neandertallar gibi insan türüne mahsup bir çok farklı tür de ortaya çıktı. Elbette bu uzak tarihi günlük yaşantımızda hatırlamıyoruz bile, adeta bizi Dünya'ya atmışlar da, biz de içine atıldığımız bu ortamdan faydalanıyormuşuz gibi hareket ediyoruz, işte tam da bu sebeple, doğa ve hayvanlardan ayrı olduğumuz gibi bir düşünce ile, içinde yaşandığımız bizi var eden bu Dünyayı çok saçma bir şekilde yok etme eğilimindeyiz.  Zira kendisinin bir parçası, bir mahsülü, ve onsuz yaşayamayacağını bilen bir İnsan Irkının, hayat kaynağını yoketmesi kadar aptalca bir şey olamaz!

Evet, biz insanlar olarak ya çok aptalız, ya da varlığımızın kaynağını unuttuk veya bilmiyoruz. Ben sorunun cevabının ikinci seçenek olduğunu düşünüyorum. 

Bu bilgi ile birlikte, tüm hayatım boyunca çeşitli ortamlarda "bakma" fırsatı elde ettiğim doğaya, ilk defa, onun bir parçasıymışım, ve aynı özelliklere sahipmişim gibi baktım. Gördüğüm şey çok şaşırtıcıydı...

Evrenin tüm bilgeliğine ulaşma çabası içerisinde olan insan, bu bilgeliği elde etmek adına, uzay araçları üretti, Ay'a insan gönderdi, Marsı inceleme fırsatı buldu ama hala insan beyninin sırlarını yani kendisini çözemedi! İnsanın aradığı bilgilerin "çok uzaklarda bir yerlerde", gökyüzünde, uzayda, Mars'ta, ilahi boyutlarda, kişisel gelişim kitaplarında olduğunu düşünen İnsan, çok önemli bir ayrıntıyı kaçırıyor muydu acaba?

Evrenin mahsülü bir varlık, tüm evrenin sırlarını, kendi içinde barındırmaz mıydı? Bir, çocuk, ebeveynlerinin ve büyüdüğü ortamın nasıl ki tüm özelliklerini hem fiziksel, hem zihinsel, hem de duygusal olarak nasıl kopyalıyorduysa, Evrenin çocukları bizler, Evrenin tüm özelliklerini bulunduğumuz Dünya'nın öz ve natürel halinde, ve daha da önemlisi kendi bedenimiz, zihnimiz ve ruhumuzda bulamaz mıydık? Elbette bulabilirdik, yalnızca, gökyüzünden kafamızı, bulunduğumuz yere indirmemiz gerekiyor!

Ardından bir Şaman'ın beni çok ama çok etkileyen bir sözü hatrıma geldi.. Bildiğiniz gibi, bizim yaptığımız mesleğin akredite bir üniversitesi yok, Dünya üzerinde kişisel gelişim diploması alabileceğiniz hiç bir kurum henüz yok, peki bizler hangi öğretileri takip ediyoruz?

Ben kendi adıma kadim öğretiler ile birlikte, astrofizik, kuantum fiziği gibi evreni inceleyen bilim dallarının öğretilerini takip ediyorum. Peki hiçbir teknolojik veriye, kitaplara sahip olmamış veya herhangi bir universiteye gitmemiş bir Şaman, nasıl oluyordu da, bizim hala kanıtlamak için uğraştığımız ve kanıtladığımız bilgeliği çağlar öncesinden beri biliyor olabilirdi? Kendisine bu soru yöneltilen Şaman, şu cevabı vermişti "Dünya bana bilmem gereken her türlü evrensel bilgeliği anlatıyor, doğa benimle konuşuyor". 

Evet, doğa bizimle konuşuyor, ancak biz dinlemiyoruz, ve aradığımız bilgeliği, tonlarca masraf ile birlikte zor yoldan elde etmeye çalışıyoruz..

Doğayı izleyin, hayvanları izleyin, sizler onlardan farklı değilsiniz, hatta bazılarından daha zeki de değilsiniz, kendinizi ifade ediş biçiminizin farklı olması veya hayatı kolaylaştırdığınıza inandığınız o süper teknolojik aletler, yararları ile birlikte, hayatınızı zorlaştıran etkileri de beraberinde getiriyor. Dolayısıyla, insanoğlunun ürettiği teknoloji de onun doğadan veya hayvanlardan daha ileri seviyede bir varlık olduğunu kesin ve net olarak kanıtlar mı? Bu soru üzerine kitap yazılabilecek kadar tartışmalı bir konu benim için.

Bugün, ne kadar teknolojiniz gelişmiş olursa olsun, doğa ana kendini sarsmaya başladığında, hala milyonlarca insan ve tür yok olabilir, bugün sağa sola çarparak hareket eden bir meteor olur da herhangi bir gün sizin gezegeninize çarparsa, milisaniye içerisinde, müdahale bile edemeden yok olacağınız bilgisi hatrınızda mı? Tüm bu bilgiler ışığında doğa unsurlarından daha zeki ve üstün olduğumuzu iddia etmek ne kadar da arogan bir düşünce! Bugün, bir yunus, grubu ile frekanslar aracılığıyla iletişim kurabilirken, insanoğlu hala "akıllı telefon" ve benzeri araçlarla iletişim kurabiliyor ve frekansların varlığını tartışıyor, düşünebiliyor musunuz? Şimdi Yunus hayvanının bir nükleer bomba üretmiyor oluşu, yunusların bizlerden daha aşağı varlıklar olduğunu mu kanıtlar? Belki de Yunus deyip geçtiğimiz o varlık, doğa ile bütünleşmiş bir şekilde bizim ulaşamayacağımız hayal bile edemeyeceğimiz, bir dinglik, huzur, sevgi ve kaynakla daima bağlantı kurarak yaşıyor, cep telefonu üretmek gibi bir ihtiyacı yok!? Hiç bu şekilde düşündünüz mü? 

Evet, hayvanların hepsi birçok insandan farklı olarak, kaynak ve iç sesleri ile daima iletişim halindedir, biz insanlar ise daha kim olduğumuzu, ruhun var olup olmadığını tartışaduralım, bu hayvanlar kendi varoluş seviyelerinde kendi varlıklarını, ruhlarını ve iç seslerini bir insandan çok daha etkin bir şekilde kullanabiliyor, sezgileri bu yüzden bizlerden kuvvetli. Bu açıdan baktığımızda, bir Jaguar mı üstündür bir İnsan mı?

Dolayısıyla, benim şahsi fikrim, doğa ve hayvanların son derece yanlış bakış açıları ile değerlendiriliyor ve inceliniyor oluşudur.

Şimdi gelelim, kendi varlığımıza..

Ne dedik, doğanın kendini yenileme özelliği bulunur, eğer, maruz kaldığı toksisite belli bir oranda kalabilirse.

İnsanın kendini yenileme özelliği bulunur, insanın natürel hali, sağlıklı ve mükemmeldir..Bu özellik de tıpkı hayvanlar ve doğaya bahşeldiği gibi var oluş anında zaten mevcut olan bir sistemdir. Bir insan, bu özelliği ancak toksisite ile yok edebilir. Peki nedir bu toksisite? İnsanın mükemmelliğini yok eden, ve zedeleyen en önemli unsur toksik düşüncelerdir, toksik ortamlar ve toksik beslenme de toksik düşünceleri takip eder. Toksisite oranınız arttığında tıpkı doğanın kendini yenileyememesi nedeniyle, bizler de kendini yenileyemez hale geliriz, önce hasta oluruz, ardından da yok oluruz.  Evet tüm hastalıkların sebebi ruhsaldır derken, işte tam da bunu kastediyor ve toksisite oranını düşürmeye uğraşıyoruz. Bu uğurda yine "dışarıdan" müdahele ile kendimizi iyi etmeye çalışıyoruz, ilaçlar, takviyeler alıyoruz.. Tıpkı önce doğa anamızı bozup, kendi kendini yenilemesine izin vermeyip, yapay müdahaleler ile "sağlıklı görünmesini"  sağladığımız gibi, ancak hepimiz biliyoruz ki, artık bitki ve meyvelerimizin bir çoğu yetiştiriliş biçimleri nedeni ile her ne kadar kanlı canlı görünseler de hiç de sağlıklı değiller...

Bir ilaç sadece bedenin dış kabuğunu "tamir" edebilir, ağaç içten çürüyor ise, sağlıksız dalı koparmanız o ağacın ömrünü sadece belli bir süre daha uzatır ama çürümesini engelleyemez. Bir ağacı istediğiniz kadar aşılayın, kök saldığı toprak verimsizse, toksisite nedeniyle zehirlenmişse, o toprağa tutunamaz, yeşeremez, mükemmel haline asla ulaşamaz. Bir ağacın mükemmel haline ulaşabilmesi için toprağının da verimli olması gerekir.  Sizin toprağınız sadece bedeniniz değil, insanın bedenden öte bir varlık olduğu bilgisini göz önünde bulundurursak dış takviyelerle sadece kabuğunuzun ömrünü uzatır ancak çürümenize engel olamazsınız. Bu nedenle, "wellness" yani "iyi yaşamı", sadece spor ve beslenme ve geleneksel tıp ile sağlayamazsınız. Bir varlığın sağlığı ve mutluluğu bütüncül olarak ele alınmalıdır. 

Doğa ve hayvanlar da insanlar gibi evrimleşirler, her birinin varlığının bir döngüsü vardır. Evrenin kendisinin de döngüler halinde genişleyip, daraldığı yönünde teoriler ortaya atılmıştır, evren şu an için hızla genişliyor ancak daraldığına dair bir veri henüz elimizde yok. Önemli değil, doğayı izlemeniz yeterli, tüm ağaçlar, tüm canlılar önce var oluyor, büyüyor, yeşeriyor, büyük bir çoğunluğu yaşlanıyor, ardından yok oluyor veya başka bir türe evriliyor. Hiç bir ağaç veya hayvan düzenli olarak sadece büyümüyor,hiç bir doğa unsuru (belirli türler hariç) daima yeşil kalmıyor.

Tüm doğa bu şekilde hareket ederken, insanın daimi mutluluğu araması Kutsal Kase'yi araması gibi bir şey.. İnsanın daimi mutluluk arayışına girmesi, acıdan kaçmaya çalışması, bir ağacın devamlı çiçek açıp, mevsimi geldiğinde çiçeklerini tutmaya çalışmasına benzer ve absürdtür.  Kaldı ki hiç bir ağaç çiçekleri döküldü diye bizler gibi ağlamaz, ağaç bilir ki mevsimi geldiğinde tekrar çiçek açacak. Ama biz insanlar ne yapıyoruz, en ufak bir engelde, kötü olarak değerlendirdiğimiz bir olayda herşeyin sonu gelmiş gibi hareket ediyoruz. Ağaçlardan farkımız, bizim zihnimiz ve düşüncelerimiz ile gerçekten doğal akışa müdahale edebilmemiz, bunu bir avantaj gibi düşünüyorsak da, bu bizlere bugüne dek avantajdan çok dezavantaj getirmiştir. Zira insanın özü mükemmelken, bizler zihinlerimiz ile sadece bu mükemmeliği bozmak yönünde çalışıyoruz. Dolayısıyla, varoluş prensipleri ve kaynaktan uzak düşen bizler, başımıza kötü bir şey geldiğinde, birşeyler yapmazsak hep o şekilde kalacağımıza inanıyoruz, ve gerçekten de bir çoğumuz bu zihinsel müdahale sebebiyle, açlık, fakirlik, mutsuzluk ve acı çekiyoruz. Bu açıdan baktığınızda özünü bilen bir ağaç mı daha akıllıdır bir insan mı?

Doğa için, dışarıdan müdahele edilmediğinde, ölüm diye birşey yoktur, hiçbir varlık ölmez, başka bir varlığın evrilmesine vesile olur, başka bir şekilde yeniden doğar ve yeşerir. Bizler ise, insanlar olarak ölümün bir son olduğuna inanıyor ve ölümden deli gibi korkuyoruz. Siz hiçbir ağaç veya hayvanın ölümden korkarak yaşadığını gördünüz mü.. Örneğin siz hiç bir aslanı, ölecek veya acı çekecek diye avlanmaktan vazgeçerek kendini bir mağaraya kapattığını gördünüz mü? Peki biz insanlar ne yapıyoruz? Acı çekeceğiz diye, bir çok deneyimi yaşamaktan imtina ediyoruz, aslanın doğasında avlanmak vardır ve her ne kadar kendisinin de avlanabileceği bilgisine güdüsel olarak sahip olsa da, gerekli tedbirleri alarak, güdüsüne karşı koymaksızın, av yolculuğuna çıkar. Bir insan ne yapar, acı çekeceğini düşündüğü her deneyimden kendini uzak tutar, işini bırakmak, ilişkiye girmek veya bir ilişkiyi bırakmak, hayallerini yaşamak... Evet insanın dürtülerini ve hayallerini bastırabilmek gibi zihinsel bir özelliği bulunur, bunun avantaj olduğunu düşünebilirsiniz ama bu da doğru değil. çünkü bugün İnsanın tatminsizliği ve mutsuzluğunun, tüm arayışlarının sebebi budur, kendi özünü, isteklerini, hayallerini reddetmek ve bastırmak. Şimdi bu açıdan baktığınızda bir aslan mı daha akıllıdır, bir insan mı?

Bazı bitkilerin ve bir çok hayvanın kendi kendini iyileştirme yeteneği, şifa kapasitesi ve kabiliyeti mevcut insanınkinden üstün görünmektedir. Elbette hayatsal organlarına zarar gelen hiçbir varlık yaşamını sürdüremez, burada bahsettiğimiz, kendini "iyi edebilme" ve şifalandırma kabiliyeti. Biz insanlar, kendimizi doğa ve hayvanlardan ayrı gördüğümüz için insanın kesinlikle kendini şifalandırma gibi bir kabiliyeti olmadığına ve dış araçlara ihtiyacı olduğuna inanıyor buna da BİLİM diyoruz ve aksini iddia edip de deneyimleyen kişilere deli diyor, şifacıları da yok etmeye çalışıyoruz.  Bir çakmak alevi ile yok olabilecek kadar aciz ve kapasitesiz bir bitkiye oranla bir insanın şifa kapasitesinin daha az olduğunu düşünmek esas hangi mantığa yatıyor, sorgulamak gerek. Ya bitkiler de bizden akıllı, ya da bizler birşeyleri gözden kaçırıyor olabilir miyiz?

Elbette kaçırıyoruz, kaynakla birebir bağlantı halinde olan, insan gözünün göremediği skalada görme kabiliyetine sahip, sezgileri inanılmaz kuvvetli olan, frekanslarla telepati ve iletişim kurabilen bu varlıklardan AYRI olmadığınızı kabul ettiğiniz gün, bu gibi özelliklerin insanın natürel ve öz halinde var olduğunu, muhtemelen de zihnini doğru bir şekilde kullanabilseydi çok daha büyük seviyelerde var olduğunu anlayabilirdiniz.  Peki bizler ne yapıyoruz, doğal tedavi yöntemlerine karşı çıkıyoruz, onun yerine vücudumuza radyasyon, ve kimyasallarla dolduruyoruz ve bunun adına "tedavi" diyoruz, dostlar, bu tedavi değil ancak dış kabuğun tamir edilmesi olabilir. Şifa sadece dış kabuğun tamir edilmesi ile sağlanamaz. Bunu tarlanıza baktığınızda dahi anlayabilirsiniz, toprağı verimsizse, dış müdahalelerle bir yere kadar, o da vitamini ve besin değeri oldukça düşmüş sebze ve meyveler elde edebilirsiniz. Bunun için üniversite okumanıza dahi gerek yok, kapınızdan dışarı bakmanız ve biraz mantık yürütmeniz yeterli. Biz ne yapıyoruz, en üstün ve etkin ilaçları bulmak için hayvanlardan ve bitkilerden faydalanmaya yeni yeni başladık (ki bitkilerle tedaviye karşı olan bir çok sözde bilim insanı hala malesef var), bu çok güzel bir gelişme ancak, yeterli değil, kendini yine doğadan ve hayvanlardan ayrı gören insan, bu bitki ve hayvanlara bahşedilmiş kapasite ve yeteneklerden yoksun olduğunu düşünerek yine kendi kapasitesini tam deşmeden, dış araçlarda çare aramaya devam ediyor.

Bir köpeği, çok sadık olması ve koşulsuz sevgi vermesi nedeniyle "hakaret" olarak kullanabiliyoruz. Oysa ki bir köpek, aptallığından dolayı sadık veya sevgi dolu değildir, doğası öyledir, tıpkı insanın doğarkenki hali gibi, siz hiç etrafına gülücük saçmayan veya kin tutan bebek gördünüz mü?

Bir kediyi, canı istediği zaman kendini sevdirdiği, canı istemediği zaman bizlere yüz vermediği için "nankör" ilan ediyoruz, ama biz insanlar, kendimizden başka herşeye ve herkese kendimize verdiğimiz değerin çok daha fazlasını veriyor ve sonunda tükeniyor, hasta oluyor ve hüsrana uğruyoruz  Belki de kedilerin ben merkezciliğinden, bağımsızlığından ve hiç kimseye muhtaç olmamalarından almamız gereken dersler vardır?

Bir çocuk, bizimle aynı dili konuşmuyor diye onu, oyuncak bebek yerine koyuyoruz, "çocuk işte" lafını yine hakaret olarak kullanıyoruz, çocukların pür neşesi, andan keyif alabilmeleri, hayal güçleri ve yaratıcılıkları, saf kalpleri, toplumdan onay beklememeleri, kaygısız ve korkusuz olmaları... bu gibi özellikleri 30'muzdan sonra elde etmek üzere terapistlere gidiyoruz? Oysa esas terapist çocuklar değil mi?

Dediğim gibi insanoğlu zihnini, daha ziyade insanın mükemmelliğini dış koşullarda arayarak ve toksik düşünceleri ile heba etmektedir, oysa ki bahsettiğim şekilde yönlendirilmiş zihin, insanda doğal olarak var olan ve bugün "metafizik" olarak adlandırılan bir çok doğal özelliği, hatta henüz keşfedemediğimiz olağanüstü doğal özellikleri de içinde barındırmaktadır ve bu hiç de şaşırtıcı değildir.  

Tüm doğa, ve çocuklar, mükemmeldir, ve bize gereken her türlü bilgiyi bize geri yansıtmaktadırlar, ah bir de görebilsek!

Kafanız karıştığında, çıkın doğayı seyredin, çocukları seyredin, aradığınız tüm cevaplar, ihtiyacınız olan tüm rehberler gözünüzün önünde =)

Sevgilerimle


Birebir danışmanlık, Reiki ve Enerji Terapisi ve Yaşam Koçluğu talepleriniz için fitsoulfitmind@gmail.com adresinden bana ulaşabilirsiniz. 




Geleceği Bilmenin Sırrı

Geleceği bilmek istiyorsan, Kendini bil.  Geleceği mi bilmek istiyorsun, Dışarı çıkma, *Kendine gel!*,  Geleceği ...