2 Haziran 2017 Cuma

Kaz Dağları - İnsanoğlunun Sırları



Havaların güzelleşmesi ile birlikte, daha önce hiç gitmediğim, ama hakkında muhteşem geribildirimler duyduğum Kaz Dağlarına haftasonumu geçirmek için gittim. 

Gerçekten doğası, havası, natürel güzellikleri, Dünya'nın başlıca güzellikleri arasına girebilecek seviyede olan Kaz Dağları bölgesi'nin bana kattıkları, gözle görülebilen güzelliklerinden öte oldu. 
Kaz Dağları'nda doğanın güzelliğinden öte görebileceğiniz pek bir şey yok, elbette çok güzel şirin köyler de var bu bölgede, görmenizi kesinlikle tavsiye ederim, ama Kaz Dağları'na ününü kazandıran kesinlikle el değmemiş gibi görünen doğası. 

Eşimin fotoğraf sanatçısı olması sebebiyle, insan kalabalığının bulunmadığı, kuytu köşelerde uzun saatler tek başıma vakit geçirmek durumunda kaldım. İşte tam da doğanın esas güzellikeri ile karşılaştığım, daha doğrusu, zaten var olanı gerçekten görebildiğim dakikalar da bu dakikalar oldu.  Bu yazıyı yazıp, yazmamak konusunda uzunca bir süre düşündüm, zira insanın gözünün görebildiğini sözcüklerle ifade edebilmesi nispeten daha kolayken, gözünün değil, ruhunun görebildiklerini insan yapımı sözcüklerle ifade etmek çok ama çok zor. Ama yine de içinizden bir kişi için bile bu yazdıklarım bir ilham kaynağı oluşturacaksa, benim için ne mutlu!

Telefonumun şarjının da bitmesi ile birlikte, gizli saklı kalmış, şelale kıyılarında sadece doğanın sesi eşliğinde, başka hiç bir uyaran olmaksızın, oturdum. Yapacak hiçbir şey olmadığı için, sadece ufak şelaleyi, kuşları ve ağaçları seyrettim. Daha önce meditasyon çalışmalarımı buna benzer bölgelerde gerçekleştirmiştim, ama bu defa hiçbir amaç ve düşüncem olmaksızın sadece seyretmeyi tercih ettim. Yapacak pek bir şey olmadığından, basit sorular aklımı meşgul etmeye başladı, bu kadar insan kalabalığına maruz kalan, bir ortamın suları ve toprağı nasıl halen bu kadar bereketli ve temiz kalabiliyordu? Mangala izin verilen bu bölgelerin havası halen nasıl dünyanın en fazla 3. oksijen üreten bölgesi olabiliyordu? 

Yanıt basitti.. doğanın kendini yenileme özelliği... insanların ürettiği toksisite etkinin, doğanın yenileme özelliğine oranla daha az olduğu her durumda, doğa kendini rahatlıkla "mükemmel" haline geri döndürebiliyordu.  Yapılan araştırmalar sonucunda, tüm insan ırkının yok olması halinde, tüm doğanın kendini yaklaşık 72 senede yeniden mükemmel hale getirebilme özelliği olduğunu biliyor muydunuz?

Bu durumu tıpkı insanın bağışıklık sistemine benzetebiliriz. Görünen oydu ki, Evrende var olan tüm canlılar, otomatik olarak "sağlıklı" ve "mükemmel" olmak yönünde DNA'larında var oluşlarından itibaren bir program barındırıyolardı!

İnsan, ben dahil, doğayı ve hayvanları incelerken, kendisinden ayrı ve farklı bir varlığı incelermiş gibi inceleme eğilimine sahiptir. İşte Kaz Dağlarında ben bu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu farkettim. Kendimizden ayrı olarak gördüğümüz ve hayranlık duyduğumuz (en azından birçok insan için böyle olmasını umudediyorum) doğa ve hayvanlar hiç de insanlardan ayrı veya farklı değil.  Henüz tam olarak açıklanamamış Big Bang (Büyük Patlama) sonucunda oluşan Evrenimiz ve onun mahsülleri yıldızlar, gezegenler ve Dünyamız, ve Dünyamızın habitatına uygun olarak üremeye ve var olmaya başlayan canlıların arasında Homo Sapiens (bizler), Homo Erectus, Homo Denisova, Neandertallar gibi insan türüne mahsup bir çok farklı tür de ortaya çıktı. Elbette bu uzak tarihi günlük yaşantımızda hatırlamıyoruz bile, adeta bizi Dünya'ya atmışlar da, biz de içine atıldığımız bu ortamdan faydalanıyormuşuz gibi hareket ediyoruz, işte tam da bu sebeple, doğa ve hayvanlardan ayrı olduğumuz gibi bir düşünce ile, içinde yaşandığımız bizi var eden bu Dünyayı çok saçma bir şekilde yok etme eğilimindeyiz.  Zira kendisinin bir parçası, bir mahsülü, ve onsuz yaşayamayacağını bilen bir İnsan Irkının, hayat kaynağını yoketmesi kadar aptalca bir şey olamaz!

Evet, biz insanlar olarak ya çok aptalız, ya da varlığımızın kaynağını unuttuk veya bilmiyoruz. Ben sorunun cevabının ikinci seçenek olduğunu düşünüyorum. 

Bu bilgi ile birlikte, tüm hayatım boyunca çeşitli ortamlarda "bakma" fırsatı elde ettiğim doğaya, ilk defa, onun bir parçasıymışım, ve aynı özelliklere sahipmişim gibi baktım. Gördüğüm şey çok şaşırtıcıydı...

Evrenin tüm bilgeliğine ulaşma çabası içerisinde olan insan, bu bilgeliği elde etmek adına, uzay araçları üretti, Ay'a insan gönderdi, Marsı inceleme fırsatı buldu ama hala insan beyninin sırlarını yani kendisini çözemedi! İnsanın aradığı bilgilerin "çok uzaklarda bir yerlerde", gökyüzünde, uzayda, Mars'ta, ilahi boyutlarda, kişisel gelişim kitaplarında olduğunu düşünen İnsan, çok önemli bir ayrıntıyı kaçırıyor muydu acaba?

Evrenin mahsülü bir varlık, tüm evrenin sırlarını, kendi içinde barındırmaz mıydı? Bir, çocuk, ebeveynlerinin ve büyüdüğü ortamın nasıl ki tüm özelliklerini hem fiziksel, hem zihinsel, hem de duygusal olarak nasıl kopyalıyorduysa, Evrenin çocukları bizler, Evrenin tüm özelliklerini bulunduğumuz Dünya'nın öz ve natürel halinde, ve daha da önemlisi kendi bedenimiz, zihnimiz ve ruhumuzda bulamaz mıydık? Elbette bulabilirdik, yalnızca, gökyüzünden kafamızı, bulunduğumuz yere indirmemiz gerekiyor!

Ardından bir Şaman'ın beni çok ama çok etkileyen bir sözü hatrıma geldi.. Bildiğiniz gibi, bizim yaptığımız mesleğin akredite bir üniversitesi yok, Dünya üzerinde kişisel gelişim diploması alabileceğiniz hiç bir kurum henüz yok, peki bizler hangi öğretileri takip ediyoruz?

Ben kendi adıma kadim öğretiler ile birlikte, astrofizik, kuantum fiziği gibi evreni inceleyen bilim dallarının öğretilerini takip ediyorum. Peki hiçbir teknolojik veriye, kitaplara sahip olmamış veya herhangi bir universiteye gitmemiş bir Şaman, nasıl oluyordu da, bizim hala kanıtlamak için uğraştığımız ve kanıtladığımız bilgeliği çağlar öncesinden beri biliyor olabilirdi? Kendisine bu soru yöneltilen Şaman, şu cevabı vermişti "Dünya bana bilmem gereken her türlü evrensel bilgeliği anlatıyor, doğa benimle konuşuyor". 

Evet, doğa bizimle konuşuyor, ancak biz dinlemiyoruz, ve aradığımız bilgeliği, tonlarca masraf ile birlikte zor yoldan elde etmeye çalışıyoruz..

Doğayı izleyin, hayvanları izleyin, sizler onlardan farklı değilsiniz, hatta bazılarından daha zeki de değilsiniz, kendinizi ifade ediş biçiminizin farklı olması veya hayatı kolaylaştırdığınıza inandığınız o süper teknolojik aletler, yararları ile birlikte, hayatınızı zorlaştıran etkileri de beraberinde getiriyor. Dolayısıyla, insanoğlunun ürettiği teknoloji de onun doğadan veya hayvanlardan daha ileri seviyede bir varlık olduğunu kesin ve net olarak kanıtlar mı? Bu soru üzerine kitap yazılabilecek kadar tartışmalı bir konu benim için.

Bugün, ne kadar teknolojiniz gelişmiş olursa olsun, doğa ana kendini sarsmaya başladığında, hala milyonlarca insan ve tür yok olabilir, bugün sağa sola çarparak hareket eden bir meteor olur da herhangi bir gün sizin gezegeninize çarparsa, milisaniye içerisinde, müdahale bile edemeden yok olacağınız bilgisi hatrınızda mı? Tüm bu bilgiler ışığında doğa unsurlarından daha zeki ve üstün olduğumuzu iddia etmek ne kadar da arogan bir düşünce! Bugün, bir yunus, grubu ile frekanslar aracılığıyla iletişim kurabilirken, insanoğlu hala "akıllı telefon" ve benzeri araçlarla iletişim kurabiliyor ve frekansların varlığını tartışıyor, düşünebiliyor musunuz? Şimdi Yunus hayvanının bir nükleer bomba üretmiyor oluşu, yunusların bizlerden daha aşağı varlıklar olduğunu mu kanıtlar? Belki de Yunus deyip geçtiğimiz o varlık, doğa ile bütünleşmiş bir şekilde bizim ulaşamayacağımız hayal bile edemeyeceğimiz, bir dinglik, huzur, sevgi ve kaynakla daima bağlantı kurarak yaşıyor, cep telefonu üretmek gibi bir ihtiyacı yok!? Hiç bu şekilde düşündünüz mü? 

Evet, hayvanların hepsi birçok insandan farklı olarak, kaynak ve iç sesleri ile daima iletişim halindedir, biz insanlar ise daha kim olduğumuzu, ruhun var olup olmadığını tartışaduralım, bu hayvanlar kendi varoluş seviyelerinde kendi varlıklarını, ruhlarını ve iç seslerini bir insandan çok daha etkin bir şekilde kullanabiliyor, sezgileri bu yüzden bizlerden kuvvetli. Bu açıdan baktığımızda, bir Jaguar mı üstündür bir İnsan mı?

Dolayısıyla, benim şahsi fikrim, doğa ve hayvanların son derece yanlış bakış açıları ile değerlendiriliyor ve inceliniyor oluşudur.

Şimdi gelelim, kendi varlığımıza..

Ne dedik, doğanın kendini yenileme özelliği bulunur, eğer, maruz kaldığı toksisite belli bir oranda kalabilirse.

İnsanın kendini yenileme özelliği bulunur, insanın natürel hali, sağlıklı ve mükemmeldir..Bu özellik de tıpkı hayvanlar ve doğaya bahşeldiği gibi var oluş anında zaten mevcut olan bir sistemdir. Bir insan, bu özelliği ancak toksisite ile yok edebilir. Peki nedir bu toksisite? İnsanın mükemmelliğini yok eden, ve zedeleyen en önemli unsur toksik düşüncelerdir, toksik ortamlar ve toksik beslenme de toksik düşünceleri takip eder. Toksisite oranınız arttığında tıpkı doğanın kendini yenileyememesi nedeniyle, bizler de kendini yenileyemez hale geliriz, önce hasta oluruz, ardından da yok oluruz.  Evet tüm hastalıkların sebebi ruhsaldır derken, işte tam da bunu kastediyor ve toksisite oranını düşürmeye uğraşıyoruz. Bu uğurda yine "dışarıdan" müdahele ile kendimizi iyi etmeye çalışıyoruz, ilaçlar, takviyeler alıyoruz.. Tıpkı önce doğa anamızı bozup, kendi kendini yenilemesine izin vermeyip, yapay müdahaleler ile "sağlıklı görünmesini"  sağladığımız gibi, ancak hepimiz biliyoruz ki, artık bitki ve meyvelerimizin bir çoğu yetiştiriliş biçimleri nedeni ile her ne kadar kanlı canlı görünseler de hiç de sağlıklı değiller...

Bir ilaç sadece bedenin dış kabuğunu "tamir" edebilir, ağaç içten çürüyor ise, sağlıksız dalı koparmanız o ağacın ömrünü sadece belli bir süre daha uzatır ama çürümesini engelleyemez. Bir ağacı istediğiniz kadar aşılayın, kök saldığı toprak verimsizse, toksisite nedeniyle zehirlenmişse, o toprağa tutunamaz, yeşeremez, mükemmel haline asla ulaşamaz. Bir ağacın mükemmel haline ulaşabilmesi için toprağının da verimli olması gerekir.  Sizin toprağınız sadece bedeniniz değil, insanın bedenden öte bir varlık olduğu bilgisini göz önünde bulundurursak dış takviyelerle sadece kabuğunuzun ömrünü uzatır ancak çürümenize engel olamazsınız. Bu nedenle, "wellness" yani "iyi yaşamı", sadece spor ve beslenme ve geleneksel tıp ile sağlayamazsınız. Bir varlığın sağlığı ve mutluluğu bütüncül olarak ele alınmalıdır. 

Doğa ve hayvanlar da insanlar gibi evrimleşirler, her birinin varlığının bir döngüsü vardır. Evrenin kendisinin de döngüler halinde genişleyip, daraldığı yönünde teoriler ortaya atılmıştır, evren şu an için hızla genişliyor ancak daraldığına dair bir veri henüz elimizde yok. Önemli değil, doğayı izlemeniz yeterli, tüm ağaçlar, tüm canlılar önce var oluyor, büyüyor, yeşeriyor, büyük bir çoğunluğu yaşlanıyor, ardından yok oluyor veya başka bir türe evriliyor. Hiç bir ağaç veya hayvan düzenli olarak sadece büyümüyor,hiç bir doğa unsuru (belirli türler hariç) daima yeşil kalmıyor.

Tüm doğa bu şekilde hareket ederken, insanın daimi mutluluğu araması Kutsal Kase'yi araması gibi bir şey.. İnsanın daimi mutluluk arayışına girmesi, acıdan kaçmaya çalışması, bir ağacın devamlı çiçek açıp, mevsimi geldiğinde çiçeklerini tutmaya çalışmasına benzer ve absürdtür.  Kaldı ki hiç bir ağaç çiçekleri döküldü diye bizler gibi ağlamaz, ağaç bilir ki mevsimi geldiğinde tekrar çiçek açacak. Ama biz insanlar ne yapıyoruz, en ufak bir engelde, kötü olarak değerlendirdiğimiz bir olayda herşeyin sonu gelmiş gibi hareket ediyoruz. Ağaçlardan farkımız, bizim zihnimiz ve düşüncelerimiz ile gerçekten doğal akışa müdahale edebilmemiz, bunu bir avantaj gibi düşünüyorsak da, bu bizlere bugüne dek avantajdan çok dezavantaj getirmiştir. Zira insanın özü mükemmelken, bizler zihinlerimiz ile sadece bu mükemmeliği bozmak yönünde çalışıyoruz. Dolayısıyla, varoluş prensipleri ve kaynaktan uzak düşen bizler, başımıza kötü bir şey geldiğinde, birşeyler yapmazsak hep o şekilde kalacağımıza inanıyoruz, ve gerçekten de bir çoğumuz bu zihinsel müdahale sebebiyle, açlık, fakirlik, mutsuzluk ve acı çekiyoruz. Bu açıdan baktığınızda özünü bilen bir ağaç mı daha akıllıdır bir insan mı?

Doğa için, dışarıdan müdahele edilmediğinde, ölüm diye birşey yoktur, hiçbir varlık ölmez, başka bir varlığın evrilmesine vesile olur, başka bir şekilde yeniden doğar ve yeşerir. Bizler ise, insanlar olarak ölümün bir son olduğuna inanıyor ve ölümden deli gibi korkuyoruz. Siz hiçbir ağaç veya hayvanın ölümden korkarak yaşadığını gördünüz mü.. Örneğin siz hiç bir aslanı, ölecek veya acı çekecek diye avlanmaktan vazgeçerek kendini bir mağaraya kapattığını gördünüz mü? Peki biz insanlar ne yapıyoruz? Acı çekeceğiz diye, bir çok deneyimi yaşamaktan imtina ediyoruz, aslanın doğasında avlanmak vardır ve her ne kadar kendisinin de avlanabileceği bilgisine güdüsel olarak sahip olsa da, gerekli tedbirleri alarak, güdüsüne karşı koymaksızın, av yolculuğuna çıkar. Bir insan ne yapar, acı çekeceğini düşündüğü her deneyimden kendini uzak tutar, işini bırakmak, ilişkiye girmek veya bir ilişkiyi bırakmak, hayallerini yaşamak... Evet insanın dürtülerini ve hayallerini bastırabilmek gibi zihinsel bir özelliği bulunur, bunun avantaj olduğunu düşünebilirsiniz ama bu da doğru değil. çünkü bugün İnsanın tatminsizliği ve mutsuzluğunun, tüm arayışlarının sebebi budur, kendi özünü, isteklerini, hayallerini reddetmek ve bastırmak. Şimdi bu açıdan baktığınızda bir aslan mı daha akıllıdır, bir insan mı?

Bazı bitkilerin ve bir çok hayvanın kendi kendini iyileştirme yeteneği, şifa kapasitesi ve kabiliyeti mevcut insanınkinden üstün görünmektedir. Elbette hayatsal organlarına zarar gelen hiçbir varlık yaşamını sürdüremez, burada bahsettiğimiz, kendini "iyi edebilme" ve şifalandırma kabiliyeti. Biz insanlar, kendimizi doğa ve hayvanlardan ayrı gördüğümüz için insanın kesinlikle kendini şifalandırma gibi bir kabiliyeti olmadığına ve dış araçlara ihtiyacı olduğuna inanıyor buna da BİLİM diyoruz ve aksini iddia edip de deneyimleyen kişilere deli diyor, şifacıları da yok etmeye çalışıyoruz.  Bir çakmak alevi ile yok olabilecek kadar aciz ve kapasitesiz bir bitkiye oranla bir insanın şifa kapasitesinin daha az olduğunu düşünmek esas hangi mantığa yatıyor, sorgulamak gerek. Ya bitkiler de bizden akıllı, ya da bizler birşeyleri gözden kaçırıyor olabilir miyiz?

Elbette kaçırıyoruz, kaynakla birebir bağlantı halinde olan, insan gözünün göremediği skalada görme kabiliyetine sahip, sezgileri inanılmaz kuvvetli olan, frekanslarla telepati ve iletişim kurabilen bu varlıklardan AYRI olmadığınızı kabul ettiğiniz gün, bu gibi özelliklerin insanın natürel ve öz halinde var olduğunu, muhtemelen de zihnini doğru bir şekilde kullanabilseydi çok daha büyük seviyelerde var olduğunu anlayabilirdiniz.  Peki bizler ne yapıyoruz, doğal tedavi yöntemlerine karşı çıkıyoruz, onun yerine vücudumuza radyasyon, ve kimyasallarla dolduruyoruz ve bunun adına "tedavi" diyoruz, dostlar, bu tedavi değil ancak dış kabuğun tamir edilmesi olabilir. Şifa sadece dış kabuğun tamir edilmesi ile sağlanamaz. Bunu tarlanıza baktığınızda dahi anlayabilirsiniz, toprağı verimsizse, dış müdahalelerle bir yere kadar, o da vitamini ve besin değeri oldukça düşmüş sebze ve meyveler elde edebilirsiniz. Bunun için üniversite okumanıza dahi gerek yok, kapınızdan dışarı bakmanız ve biraz mantık yürütmeniz yeterli. Biz ne yapıyoruz, en üstün ve etkin ilaçları bulmak için hayvanlardan ve bitkilerden faydalanmaya yeni yeni başladık (ki bitkilerle tedaviye karşı olan bir çok sözde bilim insanı hala malesef var), bu çok güzel bir gelişme ancak, yeterli değil, kendini yine doğadan ve hayvanlardan ayrı gören insan, bu bitki ve hayvanlara bahşedilmiş kapasite ve yeteneklerden yoksun olduğunu düşünerek yine kendi kapasitesini tam deşmeden, dış araçlarda çare aramaya devam ediyor.

Bir köpeği, çok sadık olması ve koşulsuz sevgi vermesi nedeniyle "hakaret" olarak kullanabiliyoruz. Oysa ki bir köpek, aptallığından dolayı sadık veya sevgi dolu değildir, doğası öyledir, tıpkı insanın doğarkenki hali gibi, siz hiç etrafına gülücük saçmayan veya kin tutan bebek gördünüz mü?

Bir kediyi, canı istediği zaman kendini sevdirdiği, canı istemediği zaman bizlere yüz vermediği için "nankör" ilan ediyoruz, ama biz insanlar, kendimizden başka herşeye ve herkese kendimize verdiğimiz değerin çok daha fazlasını veriyor ve sonunda tükeniyor, hasta oluyor ve hüsrana uğruyoruz  Belki de kedilerin ben merkezciliğinden, bağımsızlığından ve hiç kimseye muhtaç olmamalarından almamız gereken dersler vardır?

Bir çocuk, bizimle aynı dili konuşmuyor diye onu, oyuncak bebek yerine koyuyoruz, "çocuk işte" lafını yine hakaret olarak kullanıyoruz, çocukların pür neşesi, andan keyif alabilmeleri, hayal güçleri ve yaratıcılıkları, saf kalpleri, toplumdan onay beklememeleri, kaygısız ve korkusuz olmaları... bu gibi özellikleri 30'muzdan sonra elde etmek üzere terapistlere gidiyoruz? Oysa esas terapist çocuklar değil mi?

Dediğim gibi insanoğlu zihnini, daha ziyade insanın mükemmelliğini dış koşullarda arayarak ve toksik düşünceleri ile heba etmektedir, oysa ki bahsettiğim şekilde yönlendirilmiş zihin, insanda doğal olarak var olan ve bugün "metafizik" olarak adlandırılan bir çok doğal özelliği, hatta henüz keşfedemediğimiz olağanüstü doğal özellikleri de içinde barındırmaktadır ve bu hiç de şaşırtıcı değildir.  

Tüm doğa, ve çocuklar, mükemmeldir, ve bize gereken her türlü bilgiyi bize geri yansıtmaktadırlar, ah bir de görebilsek!

Kafanız karıştığında, çıkın doğayı seyredin, çocukları seyredin, aradığınız tüm cevaplar, ihtiyacınız olan tüm rehberler gözünüzün önünde =)

Sevgilerimle


Birebir danışmanlık, Reiki ve Enerji Terapisi ve Yaşam Koçluğu talepleriniz için fitsoulfitmind@gmail.com adresinden bana ulaşabilirsiniz. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Geleceği Bilmenin Sırrı

Geleceği bilmek istiyorsan, Kendini bil.  Geleceği mi bilmek istiyorsun, Dışarı çıkma, *Kendine gel!*,  Geleceği ...