24 Mart 2018 Cumartesi

Neden Enerjiniz Tükeniyor? Ne Yapabilirsiniz?






Gün sonunda hepimizin enerjisi belli bir oranda tükeniyor ve bu gayet doğal. Peki zaman zaman kendinizi dış dünyadan soyutlamaya ihtiyaç duyacak ve tek bir kelime bile sarfedemeyecek kadar yorgun ve tükenmiş hissediyor musunuz?

Gelin bu durumun esas sebebiyle yüzleşelim...

Bugün benim de yıllarca mücadele ettiğim ve çareyi biraz olsun multi-vitaminlerde bulabildiğim bir durumdan bahsetmek istedim.. “Tükenmişlik”...

Yoğun bir iş hayatı ve iş hayatından artan vakitlerde sosyal ve özel hayatımıza ayırdığımız hareketli saatlerin, takip eden yorgunluk ve tükenmişlik hislerinizin esas nedeni olduğunu düşünebilirsiniz, zira “tükenmişlik sendromu” başlığı altında, bu duruma yol açan esas nedenlerin başında da stresli ve yoğun bir hayat sürmenin olduğu öne sürülüyor. Çare olarak da, daha enerjik hissetmemize yardımcı olacak takviye gıdalar ve kimi zaman da anti-depresanlara başvuruyoruz.

Multi-vitamin veya takviye gıda almakta hiçbir sorun yok, doğal içerikli oldukları sürece. Peki sorunun kök nedenini hiç derinlemesine düşündünüz mü?

…….

Günlerden bir gün kendimi şu sözleri sarfederken buldum: “Bütün gün, insanlarla etkin iletişim kurmak adına, frekansımı değiştirmek zorunda kalıyorum, sözcüklerimi özenle seçiyorum, sözcüklerime uygun davranıyorum, kimi zaman sadece olduğum gibi olmak istiyorum, ve böyle bir lüksüm yok! Çok yorgunum, biraz yalnız kalmak istiyorum...”

Ve ardından uyandım…

Hayatım boyunca beni esas yoran şeyin stres ve yoğunluk olduğunu düşünürken, bu stresin en büyük kaynağının “filtreleme” olduğunu birden farkediverdim..


Filtreleme


Birçoğumuz, karakter sahibi olduğumuzu düşünürüz. Ancak son zamanlarda farkettiğim önemli bir durum var; “karakterli” olmak adına, kendimize eziyetlerin en büyüğünü ediyoruz.

Kendimizi olduğumuz gibi kabul etmiyoruz…

Olan’ın kabul edilmeyeceğine, sevilmeyeceğine inanıyoruz...

“Karakterli olmak” denildiğinde veya bir kişinin “karakter sahibi” olduğu ifade edildiğinde, akla gelen özelliklerden biri de bizi çevreleyen koşullar farketmeksizin hayata “karşı”, “istikrarlı bir duruş sergilemektir”.

Diğer yandan da, hepimiz aynı zamanda, bizi çevreleyen grup tarafından sevilmek, sayılmak, kabul edilmek ve değerli hissettirilmeyi diliyoruz. Bu dileklerimizin her biri biz farketmesek de, çevremizle etkileşim halinde olduğumuz her an, üzerimizde büyük bir baskı yaratıyor.

Hem karakterimizden ödün vermeyip, hem de sevilen ve sayılan bir insan olmanın mücadelesi, bizleri en çok yoran, tüketen ve yaşlandıran etkenin ta kendisi!

Bütün gün, taktığımız maskelerin ardından kendini özgürce ifade etmek isteyen ruhumuz, üst-bilincimiz, yüksek benliğimiz ile maskesini “korkuları” nedeniyle çıkarmak istemeyen Ego’nun bitmek bilmeyen savaşının yorgunluğu bu yaşadığımız…

….

Kendimden bir örnek vermek gerekirse (Bu sırada siz de kendi hayatınızı, benim kendime uyguladığım aşağıdaki metodu kullanarak inceleyebilirsiniz) ;

Şifacı ve ruhsal öğretmen kimliklerine sahip bir kimse olarak, benden beklenen belirli bir “karakter” / davranış biçimi / tarz olduğunun farkındayım.

Nitekim, diğer şifacı ve ruhsal öğretmenleri incelediğinizde, her birinin de birçok ortak özelliği bulunduğunu görürsünüz, nedir bunlar?

- Yüksek seviyede daimi tolerans, şefkat, anlayış 

- Daimi sakinlik ve dinginlik 

- Daimi bir pozitif olma hali 

- Maddi kaygılardan arınmışlık 

- Olgunluk 

Şimdi mühendisleri düşünün, doktorları, yazarları, avukatları, bankacıları, yöneticileri, ev hanımlarını, sosyetik hanım ve beyleri, alt-kültür olarak tabir ettiğimiz ortamlarda yetişen hanım ve beyleri, Avrupalıları, Arapları, Akdenizlileri, zencileri, beyazları, Latinleri, kadınları ve erkekleri...

Ne yaptığımı farkettiniz mi? İnsanların karakterlerini tanımlamak adına, dış dünyadan edindikleri çevresel etiketleri, ırklarını, cinsiyetlerini, mesleklerini kullandım.

Bunu yaptım çünkü insanları anlamak adına, onları tek tek derinlemesine gözlemleyip, onlarla muhatap olup, onlarla ilgili kendime ait bir fikir edinmeye çalışacağıma, onları tanıdığım bildiğim kutulara yerleştirmek çok daha kolay..

Bunu yaptım çünkü, bu kutular benim işime yarıyor, gerçekten de aynı kutuda yer alan insanlar, benzer özellikleri sergiliyor, onlara nasıl davranmam gerektiğine dair arşivlediğim hazır bilgilerim bu noktada devreye giriyor, dolayısıyla bu kutuları kullanmaya devam edeceğim.

Hatta, kendim de, kabul edilmek, sevilmek, beğenilmek için oldukça güvenli bir yöntemi seçip, benim için en uygun olan kutuya da kendim gireceğim!

Bunu temin etmek için öncelikle kendime bir kutu seçeceğim, benden bu kutuda göstermemi beklenen davranışları tespit edeceğim ve tek yapmam gereken kutunun dinamiğine uygun hareket etmek, böylece amacıma da kesinlikle ulaşacağım!

Sevileceğim, sayılacağım, kabul edileceğim, değerli hissedeceğim ve yalnız kalmayacağım!

….

Yüksek Benlik ise bu esnada sizin aracılığınızla kendisini ifade etmeye çalışıyor; duygular ile..

- Pek de hoşlanmadığın iş arkadaşına bu sabah da onu çok seviyormuşcasına gülümsedin, hatta sohbet bile ettin -> aslında kendisiyle değil tek kelime etmek, karşılaşmak bile istemiyorsun, ama böyle bir lüksün yok ->özüne ihanet ettin 

- Aslında seni boğan işinde, motive bir şekilde çalışmak zorundasın -> aslında çok daha insancıl şartlarda çalışmak istiyorsun, belki de bambaşka bir meslek icra etmek istiyorsun, ama böyle bir lüksün yok -> özüne ihanet ettin 

- Tatsızlık çıkmasın diye gün içinde bir çok kişiyi alttan aldın -> esasında söyleyecek senin de birkaç cümlen vardı ama, bir tatsızlık çıkmasını istemedin, kendince büyüklük gösterdin -> özüne ihanet ettin 

- Kimseyi kırmayasın diye, aksini düşünmene rağmen birçok kişinin fikrine karşılık, kendi fikrini belirtmedin -> esasında zihninin içinde her birine karşılık bir cevabın olmasına rağmen, söyleyeceklerinin karşındakini kırması ihtimaline karşın düşüncelerini içinde tuttun -> özüne ihanet ettin, 

- Aslında bir erkek olarak/bir kadın olarak hemcinsinden daha fazla hoşlandığını farketmene rağmen, karşı cinsle özel ilişkiler kurmaya devam ediyorsun, çünkü aksi yönde bir özgürlüğün yok -> özüne ihanet ettin 

-Bir kadın olarak, kadına "yakışır" şekilde, bir erkek olarak, erkeğe "yakışı" şekilde davranmalısın. Yakışanı toplum belirler, senin kendi adına düşünme ve kendi "kadın" / "erkek" tasvirine göre hareket etme lüksün yok, (ör. erkekler ağlamaz, kadınlar susmayı bilir) -> özüne ihanet ettin 

….

Ender de olsa, kimi zaman şu gibi sözlerle karşılaşabiliyorum:

“Sen bir şifacısın, bu konuyu daha fazla alttan alıyor olman ve anlayışla karşılaman gerekiyordu!”

Başka bir ifade ile : “Kutundan çıkmaya kalktın, kutundan çıkarsan eğer, saygınlığını yitirirsin, dışlanırsın ve sevilmezsin, farkındasın değil mi?

İşte bu, egonuza tutulan bir silah gibidir! Ego için ölüm tehlikesi!

Burada özellikle benim şahsıma yönelik bir davranış biçimi yok zira, biz, her gün ama her gün, en başta kendimize, bu gibi sözleri söyleyip duruyoruz!

- Sen, şu'sun, şu şekilde davranman gerek,

- Sen bu'sun, bu şekilde konuşman gerek,

-Sen o'sun, o şekilde bir duruş sergilemen gerek,

-Ve, şu-bu-o’nun her biri ait olduğunu düşündüğün kutunun beklentilerini karşılamalı!

Her birimiz karakter sahibi olduğumuzu düşünürüz, evet.. ama acaba bizler öz’ümüzü olanca şeffaflığı ile yansıtma cesaretini gösterecek kadar karakterli miyiz?

Yoksa, sadakatimiz sadece taktığımız maskelere mi?

Sahip olduğunuzu zannettiğiniz karakter, size yakıştırılandır ve kendinize yakıştırdığınızdır.. ve gerçek değildir, öz’ünüzün “filtrelenmiş” halidir ancak bu filtre ile yaşamaya o kadar alışmışızdır ki, filtreyi karakterimiz zannederiz.

Ancak, yüksek benlik, yani öz, asla kimliğini unutmaz, size de unutturmamak için, çeşitli duygular, tutkular ve dürtüler gönderir. İşte bu da, egomuza tutulan diğer bir silahtır! Ölüm tehlikesi!

İşte tüm gün yaşadığınız gereksiz stresin en önemli kaynağı Ego ile Öz’ün daimi çatışmasıdır ve bu durum enerji kaçaklarına neden olur.

Öz’ümüzü yadsıdığımız ve görmezden geldiğimiz her an, kendi varlığımızı da yadsır ve reddederiz, bu bir insanın kendisine yapabileceği en büyük eziyettir. Bu davranışın altında yatan frekans, kendini değersiz ve yetersiz görme, kendini kabul etmeme ve sevmeme gibi düşük frekanslardır, fakat bu duyguları farketmek zordur, çünkü davranışlarımızı şu gibi şekillerle haklı çıkarırız.

- Ben çok anlayışlı bir insanım ve bu iyi bir şey 

- Ben çok fedakar bir insanım ve bu iyi bir şey 

- Başkalarını kıracağıma, kendi kafamı kırarım, ve bu iyi bir şey 

-Tartışmaktan hoşlanmadığım için, tatsızlık çıkmasın diye ben arayı bulurum, alttan alırım ve bu iyi bir şey 

-Ben çok hoşlanmasam da, benimle zaman geçirmek isteyen insanları kıramam, sevilen bir insanım ve bu iyi bir şey 

-Ben çok sabırlı bir insanım, sabrederim ama bir patlarsam fena olur.. 

Hayır, siz çok iyi veya çok sabırlı bir insan olduğunuz için bunları yapmıyorsunuz, siz kaybetmekten korktuğunuz ve, olduğunuz halinizin yeterli olmadığını sandığınız için kendinizi güvence altına alıyorsunuz, ve olmadığınız ama olmanız gerektiğine inandığınız bir kişi gibi hareket ediyorsunuz!

Eşsiz renklerinizi, korkularınız nedeniyle, göstermek ve ifade etmekten kaçınıyorsunuz. Enerjinizin özgürce akmasına izin vermiyorsunuz, ve bunu bedensel/zihinsel yorgunluk ve kimi zaman öfke ve hüzün olarak hissediyorsunuz, çünkü sizi esas “besleyen” gıdalar değildir - hayat enerjisidir!

Hayat enerjisi tükenmekte olan bir insanı ne kadar beslerseniz besleyin, enerjik ve zinde hissetmeyecektir! Bu nedenle böyle bir durum karşısında takviye gıdalardan da alabileceğiniz destek bir yere kadar olmaktadır, çünkü esas sorun bedende değil, zihin ve ruhtadır. Hayat enerjinizin büyük bir oranını, farketmediğiniz bu içsel çatışmaya atadığınızı düşünecek olursak, geri kalan enerjinizi de belirli iş ve kişilere atıyorsunuz ve gün sonunda da geriye hiçbir şey kalmıyor. Bu nedenle de sık sık yalnız kalma ihtiyacı hissediyorsunuz, çünkü enerjinizin yenilenmesi gerektiğini güdüsel olarak biliyorsunuz.

Oysa ki, enerjinin doğası yalnızlık ve daralmayı değil, bütünlük ve genişlemeyi destekler. Eğer günün sonunda “daralmak” ve kendinizle başbaşa kalmak zorunda hissediyorsanız, gün içerisinde yaptığınız enerji takaslarında dengesizlikler olabilir.

Çevrenizle girdiğiniz ilişkilerde, aldığınız enerjiden çok daha fazla enerjiyi, korkularınız nedeniyle karşı tarafa vermeye çalışıyor olabilir misiniz? Beslediğiniz kadar beslenmiyor olabilir misiniz?

Kendinizle başbaşa kalmak, oldukça keyifli bir aktivitedir, ve sık sık da yapılmalıdır, eğer birşeylerden kaçmıyorsanız!

Başka bir ifade ile, çok sosyal bir insanın kendisinden kaçma amaçlı olarak yalnız kalmamak adına hareket ettiğini tespit etmek kolaydır, ancak yalnızlığına düşkün bir insanın kendisinden kaçmak adına yalnızlığı tercih edip etmediğini tespit etmek oldukça güçtür!

Yalnızlığına ve özel alanına “muhtaç” olan kişilerin sosyal alanlarda göstermekten çekindiği bir takım özellikleri bulunabilir!

Bu özel alan, onların nefes alma ve özgürlük alanlarıdır, sonra bu kişiler tekrar suya dalar, ve nefesleri bitene kadar da orada dolaşmayı sürdürürler.

Bu arada, “onlar” derken, bizzat kendim de dahil olmak üzere, hepimizden bahsettiğimi lütfen unutmayın..

Burada yazı dilinin gereği kimi zaman ben-sen, ben-siz, onlar ve diğerleri gibi ayrıştırıcı anlamlara gelen özneleri kullanabiliyorum, bunu dilimizin yetersizliğine veriyorum, ancak problemimizin tam da bu: “ayrıştırmak” olduğunu unutmamalıyız.

Ayrıştırma sadece insanlar arası yaptığımız bir şey değil, ayrıştırmayı kendi benliğimize de uyguluyoruz:

- Sosyal kimlik

- İş kimliği

-Özel ilişkilerimizdeki kimlik

-Yalnız kaldığımızda büründüğümüz kimlik

Bunları çoğaltabiliriz.. bu kimliklerden size ait olanı, sadece yalnız kaldığınızda büründüğünüz kimliktir. Zaten kimliklerimiz arası bir ayrıştırmaya gitmemizin sebebi de bu öz kimliğin diğer ortamlara “uygun” olmayabileceği düşüncesindedir.

Meditasyon, kendinizle baş başa kalma, sessizlik, yoga, inziva gibi uygulamaların amaçlarından biri öz'ünüzle buluşmaktır; ancak öz'ünüzle kısa bir süre buluştuktan sonra öz'ünüzü gün içinde reddetmeye devam ettiğiniz takdirde, bu uygulamalardan sağlayacağınız faydaları en aza indirmiş olursunuz.. Zira meditatif uygulamaların esas amacı, öz'ünüzle buluşup, öz'ünüzü deneyimlemeye ve ifade etmeye mümkün olan en uzun süreler “izin vermenizdir”, öyle ki bir süre sonra artık hayatınız meditasyon, meditasyon hayatınız haline gelir, meditasyon bir uygulama değil, artık bir “oluş halidir”.

Elbette bahsettiğim bu seviye, ulaşılması güç bir ruhsal seviyedir, ancak buraya doğru alınan yolculuk, içsel çatışmalarınızın git gide azalmasını ve gerçek huzur ve mutluluğa erişmenizi sağlayacaktır.

Öz'ünüze gösterdiğiniz direnç, enerji düğümlenmelerine sebep olur…

Ve biz bu durumu tükenmişlik, ağrı, sızı, kronik rahatsızlıklar, hastalık, depresyon, halsizlik, ani öfke ve duygu patlamaları ve stres olarak deneyimleriz.

….


Peki Ne Yapmalıyız?



Meditasyon 


Siz gerçekten kimsiniz? Hissedin… tüm gölge taraflarınızı izleyin, yargılamayın, herkesin içinde bir katil ve bir meleğin, bir aptal ile bir dahinin olduğunu unutmayın, gördüklerinizden dolayı kendinizi cezalandırmayın, gördüklerinizi yok saymayın.. yanlış, doğru yok..kutular yok... beklentiler yok..

Siz kimsiniz?

Belki de belli ve sabit bir kimliğiniz olmadığını, hatta kimliksiz olduğunuzu farkedebilirsiniz.. korkmayın.. bu herşey ve hiçbir şey olan Kaynağın sizde ifade bulan yansımasıdır.

Gözlemleyin… herşey ve hiçbir şey olan ruhunuz sizin aracılığınızla şimdi, şu an neyi ifade etmek istiyor?

Neşe, cesaret, güç, hüzün, dişi, eril, aşk, nefret, huzur, sevgi?

An’da kalın 

Zamanla göreceksiniz ki, siz her an kim olduğunuza yeniden karar veren, seçen, sabit bir kimliği olmayan, herşey ve hiçbir şey olmaya muktedir bir öz’sünüz, potansiyelsiniz, olasılıksınız.

Bu nedenle, bir kişiye, bir olaya, hatta benzer kişilere ve benzer olaylara, durumlara önceden, hesaplanmış bir şekilde tepki ve duygu geliştirmenizin imkanı yok… Geçmişte olan, geçmişte kaldı, gelecek henüz gelmedi. Geçmişteki siz, an’da ki sizle aynı olmak durumunda değil, hücresel seviyede olamaz da! Değiştiniz..

Neden geçmişteki bir duygunuzu alıp, hiç de öyle hissetmemenize rağmen “istikrarlı” olmak adına an'da tekrarlayıp duruyorsunuz? Neden daha önce benzer bir olaya verdiğiniz tepkiyi, hiç de an'da öyle hissetmemenize rağmen, aynı şekilde tekrarlıyorsunuz? Neden, bazı durumlarda hissettiğiniz duyguyu değil de, sizden beklenen duyguları ifade ediyor ve davranışları sergiliyorsunuz? (ör: Partnerini başka bir kadınla/erkekle konuşurken görürsen, bu durumu sorgula, alışmasın, partnerinle her gün telefonda konuş- sağlıklı ilişkilerde kural budur, evlenmeden birlikte yaşama vb.) Neden sürekli aynı kimlik halini seçiyorsunuz? Bir robottan farkınız ne?

Oysa ki, olabileceğiniz tek kişi, sahip olabileceğiniz tek karakter, tek kimlik an’da seçtiğinizdir, her an, yeni bir oluş hali için fırsattır, ve öz’ünüz, yüksek benliğiniz duygularınız aracılığıyla her an kendisini var etmeye çalışmaktadır. İzin verin.

Herkesin sizi sevmesinin sizin için neden bu kadar önemli olduğunu sorgulayın. 

Başkasını gerçekten kırıp kıramayacağınızı sorgulayın. Siz kimsiniz ki karşınızdakileri kırma gücüne sahip olduğunuzu düşünüyorsunuz, gizli kibrinizden vazgeçin. Karşınızdakinin gücünü azımsamayın, sizden güçsüz olduklarını düşünmeyin, onları onurlandırın, onlar gerçeği duymayı hakediyor! Eğer size yalan söylenmesinden hoşlanmıyorsanız, insanlara yalan söylemeyi bırakın. Hissetmediğiniz şekilde davranmak, yalandır. Belki de güçsüz olan sizsiniz? Hissettiğinizi ifade ettiğinizde karşılaşacağınızı düşündüğünüz tepkilerle yüzleşmek istemiyor olabilir misiniz, belki de kırılmaktan esas korkan sizsiniz? 

Dedikodu yapmayı bırakın, dedikodu bir deşarj mekanizmasıdır, anlıyorum.. Açıkça söyleyemediklerinizi, içinizde tutamadığınız için, arkadan söylemek sizi rahatlatıyor evet.. Ve hissettiklerinizi rahatlıkla ifade edebildiğiniz için de dedikodu vazgeçilmez bir mutluluk kaynağı.. Ama bunu dedikodu formunda değil de daha şeffaf ve nazik bir şekilde yaparsanız, dedikodu yapmaya artık ihtiyaç duymayacağınız gibi, dedikodudan aldığınız mutluluğu her iletişiminizden de alacaksınız. 

Örnek:

Facebook’un sahibi Mark Zuckerberg ile Tesla Motors ve Space X CEO’su Elon Musk arasında Yapay Zeka konusuna ilişkin bir anlaşmazlık meydana gelmiş, Musk, Yapay Zeka’nın uzun vadede insanlık için yaşamsal bir tehdit oluşturacağını öne sürmüş, Zuckerberg ise aksi yönde görüş bildirmiştir ve Elon Musk, tek bir nazik cümleyle cevabını vermiştir.


“I talked to Mark about this; his understanding of the subject is limited”.


“Mark’la bu konu hakkında konuştum, konuya ilişkin algısı, sınırlı”.

Arkadaşlar, bakın bu cümlede tek bir hakaret, tek bir gerginlik ifadesi, hiçbir şey yoktur, cümle adeta duygulardan arınmıştır, ama diğer yandan da Musk’ın konuya ilişkin gerçek düşüncesini ve duygusunu ayan beyan ortaya koymaktadır ve üzerine de eklenecek bir şey yoktur, konu kapanmıştır.

Peki bizler ne yapıyoruz? Eveleyip, geveliyor, içimizdekileri doğru düzgün ifade edemiyor, daha sonra ise irili ufaklı dedikodu ve öfke/hüzün patlamaları yaşıyoruz.

Konuşmadan ve harekete geçmeden önce 1 saniyeliğine durup şu soruları hızlıca kendinize sormayı alışkanlık haline getirin, kısacası yavaşlayın: 

“Şu an, ben bu konuyla/kişiyle ilgili ne hissediyorum?”

“Şu an, hissettiklerimi ifade ediyor muyum?”

“Şu an, ne istiyorum?”

"Şu an, istediklerimi sözlerim ve davranışlarım ile ifade edebiliyor muyum?"

“Bedenim rahat mı?” (rahatsızlık hissediyorsanız, kendinizi ifade edemiyorsunuz ve öz'ünüzle çatışıyorsunuz demektir)

Bu soruların cevaplarına sadık davrandığınız her an, akışla birlikte ilerlersiniz, ve bu, korkularınızın aksine, hayatın size doğru kolaylıkla akmasını sağlar, hayatınızı kaybetmenizi değil. Çünkü bu ifade biçimi, kişinin kendisini ve karşısındakini dürüstlüğü ile onurlandırmasıdır ve böyle bir enerjinin geri dönüşü daha fazla içtenlik, samimiyet, güven, dürüstlük, sevgi ve saygınlığı da beraberinde getirir.


Daha fazla yalnız kalın, ve daha fazla insan içine çıkın! 


“Yok artık kendinle çelişiyorsun?” demeden önce beni bir dinleyin=)

Daha fazla yalnız kalın, çünkü, öz’ünüzle iletişime kolaylıkla geçmenin yolu tekrardan geçer.

Daha fazla insan içine çıkın çünkü, öz’ünüzün isteği genişlemek ve enerji takasında bulunmaktır, ve insan içine çıktığınızda, öz’ünüzün kendisini ifade etmesi için fırsat tanıyın, dengeli takasın sonucunda yorulmak yerine daha fazla enerji ile dolacağınızı unutmayın.

Seçici bir şekilde haber okuyun/seyredin, sosyal medya etkinliğinizi kontrol altında tutun 

Maalesef, haberler, sadece felaket haberleriyle dolu ve bu haberlerin ne kadar manipüle edilip ne kadar gerçeği yansıtıp yansıtmadığını da bilmiyoruz, ve bu sadece ülkemiz için değil, tüm dünya için genel bir sorundur. Bu nedenle, haberleri okurken lütfen kendinizi kaptırmayın, sorgulayın. İlaveten sosyal medya da maalesef, bizim kimliklerimiz üzerinde büyük bir etkiye sahip, bu nedenle, sosyal medyayı hayatınız haline getirmeyin.


Hata yapma lüksünüz var! Fikir değiştirme lüksünüz de! 


Birilerini kırmak, yanlış bir şeyler yapmak veya söylemekten ödümüz kopuyor.. tüm bu duyguların altında hata yapmaktan korkmamız yatıyor. Bu nedenle, ne kendimize ne de başkalarına hata yapma özgürlüğünü tanımıyoruz. Kısacası, hem kendimizin, hem de başkalarının özgür iradesine, düşünce özgürlüğüne ve deneyimlerine müdahale ediyoruz.

Örneğin sadece bir şifacı olduğum için, benim diğer kişilere nazaran hata yapma lüksümün daha az olduğu gibi bir algı var, hatta böyle bir baskı dahi var!

Eminim ki, size biçilen roller kapsamında siz de bazı konularda kendinizi denetim altında hissediyorsunuzdur… Sadece “annenizin/babanızın evladı” olmak dahi bir rol iken, başka hangi suretlerde kendinizi denetlediğinizi hiç düşündünüz mü?

Kendi üzerimizden bu denetim baskısını kaldırmak işin yarısını oluştururken, diğer yarısı ise, başkalarına da kendilerini rahatlıkla ifade edebilmeleri için fırsat ve özgürlük tanıyabilmemizdir!

İki tarafın da bu özgürlüğü birbirine tanıması halinde; artık yalan söylemeye gerek kalmaz, ve oldukça kuvvetli bir güven ilişkisi meydana gelir.

Benzer şekilde, belli bir konuya ilişkin sürekli aynı fikre sahip olmamız gerekiyormuş gibi bir algı ve beklenti vardır, oysa ki, bir saniye önceki siz ile, bir saniye sonraki siz hücresel seviyede bile aynı değilken, bu “aynı” kalma hali ile ilgili takıntımızın nereden çıktığını anlamak güç! Muhtemelen, hiçbirimiz bilinmezlikten hoşlanmadığımızdan ötürü, birbirimize sonsuza dek “aynı” kalacağımıza dair, gerçekleştirmesi imkansız sözler vermekten hoşlanıyoruz, ve kaybetmekten en çok korktuğumuz diğer yarımızdan da evlilik yemini olarak bu teminatı vermesini talep etmemiz hiç şaşırtıcı olmasa gerek;)

Hayır, fikir değiştirebilirsiniz, ruh devamlı genişlemeye, zihin ise öğrenmeye eğilimliyken, aynı kalacağınızı nasıl düşünebilirsiniz, bu evrime aykırıdır =) Fikir değiştirmek, karaktersizliktir gibi bir koda sahip olabilir misiniz? Ve bu nedenle de, fikirlerinizi değiştirmemek yönünde kendinizi zorluyor ve baskı altında tutuyor olabilir misiniz?

Siz fikir değiştirdiğiniz gibi, karşınızdakilerin de fikirlerini değiştirmelerine izin vermelisiniz.

Oysa, genellikle yaptığımız, fikrini değiştirdiği için bir insanı yalancılık ve ihanetle suçlamak olur… Bu suçlama, kişinin aksi yönde düşünmesine rağmen, bu suçlamalara maruz kalmamak adına, gerçek hislerini sizden saklamasına ve sizin “arkanızdan” konuşmasına ve hareket etmesine neden olur, esasında yalan ve ihanete teşvik eden, kişilere fikir değiştirme ve bu fikri açıklamak yönünde özgürlük tanımamamızdır. Bize yalan söyleyen bir insanı düşünelim.. bizi en çok kıran olayların başında gelir yalan ve ihanet..ne kadar çok kırılıp kırılmayacağımız ise, bize yalan söyleyen kişiyle olan yakınlığımıza bağlıdır ve genellikle unutamadığımız ihanetler de bu yakınlarımızla yaşadıklarımızdır. Peki, bir de şu açıdan düşünelim, biz de bu insanları yalan söylemeye bir şekilde teşvik etmiş olabilir miyiz? (Burada suçlu aramıyoruz, anlayış kazanmaya çalışıyoruz=)

-Sizden ayrılırsa, yıkılacağınızı ima ettiniz mi? (duygusal şantaj) 

-İlişkinizin gidişatına ilişkin belirli kurallar koydunuz mu? (değişime direnç) 

-Devamlı ilişkinizin ne kadar köklü olduğuna, birbiriniz için ne kadar özel olduğunuza dair atıf yapıyor musunuz, teyit arıyor musunuz? (ör: çocukluk arkadaşım, 10 yıllık erkek arkadaşım, 1 senelik nişanlım gibi…) (karşılık almak için duygusal baskı, sorumluluk yüklemek) 

-Karşınızdakini sevginizle boğuyor olabilir misiniz? (karşılık almak için duygusal baskı-sorumluluk yüklemek) 

-Arkadaşlarınızın veya partnerinizin yeni alışkanlıkları, yeni arkadaşları, yeni hayat tarzı ile ne kadar barışıksınız? 

Kısacası bizler bu insandan “aynı” kalmasını herhangi bir şekilde talep etmiş olabilir miyiz, ima etmiş olabilir miyiz, bu kişinin bizimle olan ilişkisine ve bize dair teminatlar vermesine dair herhangi bir baskı uygulamış olabilir miyiz? Ve en önemlisi de, karşımızdakine, yeni seçimleri ve fikirleri karşısında duygusal olarak şantaj yapıyor olabilir miyiz?

Etkin iletişim, tarafların duruma en uygun maskeleri takarak birbirleriyle iletişmesi değil, birbirlerine öz’lerini gösterebilecek kadar kendilerini ve bir diğerini sevmeleri ve onurlandırmaları ile mümkün olur.


Rahatlığı ve mutluluğu takip edin! 


Tatile gitmek, yalnız kalmak, haftasonlarını heyecanla beklemek, yakın arkadaşlarla buluşmak...neden bu aktiviteleri iple çekiyoruz hiç düşündünüz mü? Çünkü bu aktiviteler bizlerin "nefes alabildiği", "kendi olabildiği" nadir zamanlar da ondan =) Biz bu aktiviteler ile birlikte aynı zamanda "rahatlamayı" ve "gevşemeyi" de arıyoruz.. Ruhunuz stresten hoşlanmaz, ve sizi rahatlayacağınızı bildiği ortam, olay ve kişilere doğru yönlendirir; "zen" hali sizin için en hayırlı olanın size doğru kolaylıkla akmasını sağlayacağından, ruh; mutluluk, refah, bolluk, sağlık, bereket, aşkın eylemle "kazanılacak" şeyler değil, birer oluş hali olduğunu bilir.

Oluş hali, ilhamdan gelen eylemlere sizi yönlendirir, ve dünyevi düzlemde olay, kişi ve deneyim olarak size geri yansır.

Bu nedenle, rahat hissetmek ve mutlu olmak an’da yapacağınız öncelikli bir tercih olmalıdır, takip etmeniz gereken tek rota budur!

Rahat ve mutlu olmaktan korkmayın;


Faydalı olması dileğimle,

Sevgiler




Bireysel eğitim ve danışmanlık talepleriniz için fitsoulfitmind@gmail.com adresinden bana ulaşabilirsiniz.













































































































































14 Mart 2018 Çarşamba

Neden Olmasın? - Ustalığa Giden Yol ve Gölgelerimiz







Herkese merhaba,

Küçük yaşlardan itibaren evrenin tüm işleyişinin temeli olan Rezonans Kanunu ve Çekim Yasası üzerine çalışmış biri olarak, çocukluk hayalim, bir gün bu konu üzerinde tüm deneyimlerim ve eğitimlerimi sentezleyerek, pratik, uygulanabilir, okuması ve anlaması kolay ve zamansız bir kitap yazmaktı.

Bu hayalimi gerçekleştirdim….çocukluk hayalim artık raflarda..

14 yaşından bu yana bu konu üzerinde deneme-yanılma yöntemi ile, yani sadece okuyarak değil, daha ziyade ağırlıklı olarak öğrendiklerimi “uygulayarak” elde ettiğim bilgileri herkesle paylaşarak, ben ve çevreme, danışanlarıma hayatlarını değiştirecek ölçüde rehber ve pusula olmuş bu öğretileri herkesle paylaşma fikri her zaman en büyük tutkularımdan birini oluşturmuştu..

Ancak, bu tutkumu bu zamana kadar gerçekleştirmemenin önemli bir sebebi vardı: Sorumluluk duygusu

Her ne kadar senelerce bu konular üzerinde hem de uygulamalı olarak çalışsanız dahi, öğretilerinizi “herkesle” paylaşma fikri ister istemez üzerinize bir sorumluluk duygusu yüklüyor:

Yazdıklarım doğru bir şekilde anlaşılacak mı?
Yazdıklarım uygulanmaz ise, bizlerin aldığı sonuçları okuyucunun alamayacağı mesajını açık ve net bir şekilde ilettim mi?

ama en önemlisi de:

Ruhsal yolculuğuna tam gazla devam eden ve daima öğrenci statüsünü korumaya özen gösteren biri olarak, ya ileride yaşadığım yeni bir farkındalık sonucunda,  “ah keşke şu bilgiyi de bu kitaba ekleseydim!” pişmanlığını yaşar mıyım?

Bu nedenle anlamsızca bekledim de bekledim, anlayışımı, ustalığımı geliştirmek ve olabilecek en yüksek frekans düzeyinden bir kitap yazabilmek için..

Oysa ki bu bekleyiş beyhudeydi, neden mi? Ustalık varılacak bir nokta değildir de ondan! Kendini “usta” olarak nitelendirenlerin “ruhsal ego” sahibi kişiler olduğundan şüphe ediyorum. Dün var olan İrem ile bugün var olan İrem’in ruhsal anlayışı aynı olamaz, her günü bir fırsat olarak gören öğrenci için, her gün genişlemesine olanak tanıyan binbir türlü olanak var olur, öğrenci, her gün biraz daha genişler ve frekansını yükseltir ve bu ivmenin bir sonu yoktur.

Peki aldığım bu ivmeyi nasıl okuyucumla paylaşmaya devam edebilirdim? Kitabımın son sayfalarında da ilettiğim gibi, bu kitap zamansızlığını, bilgi paylaşımlarına bu platform üzerinden devam ederek sağlayacaktır.

Kitaplarım, makalelerim, instagramda yer alan kısa öğütler, bireysel ve grup eğitim ve danışmanlıkları, hiçbiri birbirinden ayrı olmayan aksine birbirini tamamlayan aynı gövdenin dalları…

Bu nedenle dönem dönem “Neden Olmasın”? başlığı altında kitabım ile bağlantılı olarak bilgiler paylaşmaya devam edeceğim=)

Neden Çekim Yasası, Neden Rezonans Kanunu?

Özellikle ülkemizde bundan 20 sene önce bu konular ile ilgili pek de kaynak olmadığını düşünecek olursak, 13-14 yaşındaki bir insanın nasıl olur da bu konuları keşfedip, içine daldığını merak ediyor olabilirsiniz. Kitabımda bu durumun ana sebeplerini açıkladım, ama sebeplerden biri oldukça dikkate değer: Geleceği ve hayatımı kontrol etme ve yönetme arzusu ve bunun bir yolu olması gerektiğine dair kırılmaz inancım

Artık bildiğiniz gibi “kırılmaz inançların” önünde hiçbir şey duramaz.. bir kişinin yaşı başı ne olursa olsun, bu denli kuvvetli bir niyeti ve inancı varsa, bir yolunu bulmaması daha da önemlisi O YOLUN, ARAYANI BULMAMASI imkansızdır.

Ben de buldum…o da beni buldu.

Yaşım artık 33… enerjinin doğasını biliyorum.. enerjinin hedeflere doğru nasıl yönlendirildiğini de biliyorum… enerjinin maddeyi nasıl yarattığını defalarca deneyimledim.. belki de sizler için hala şüpheli bir seviyede olan her türlü olgu ve kavram benim için “gerçek”.

Kitabımda defalarca sizlere şunu söyledim: Bir şeyin NASIL olacağı ile ilgili matematiksel, analitik, zihinsel hesaplara girmeyin, siz sadece ne istediğinize dair somut bir hedef belirleyin ve sonuca odaklanın, nasılını düşünmeyin.

Neden mi bunu söyledim?

Zihniniz herşeyin en doğrusunu bildiğini zanneder, insanların zihinlerine ve “analitik” zekalarına bu derece önem vermeleri de bu nedenledir. “Mantıklı” insan makbuldür, “duygusal” insan ise zayıftır öyle değil mi? Hayır, öyle değil =)

Çünkü bizlerin mantık ve analitik zeka dediğimiz şey, “ego” dediğimiz arşiv sisteminden başka bir şey değildir, ve ego kesinlikle üstün zekalı falan da değildir, çünkü egonun bir zekası yoktur, ego ne kötüdür ne de iyidir, ego sizin bir şekilde edindiğiniz bilgileri arşivleyen bir data bankasıdır, “çözümleme” dediğimiz becerimiz, egomuzun derinliklerinde yer alan bilgileri birleştirerek bir neticeye varmasından ibarettir. Ego, sadece, hayatımız boyunca ona sunduğumuz verileri arşivleyen ve zamanı geldiğinde kullanılmak üzere ortaya çıkaran bir data bankasıdır, bu cümleyi lütfen hatırlayın.. Dolayısıyla, mantıklı olmak uğruna, kapasitesi son derece limitli olan bir arşivden faydalanarak hayatınızı idame ettirmek, limitsiz evrensel bilincin varlığı karşısında esasında son derece mantıksızdır!
Evrensel bilinç veya evrensel bilgi havuzu olarak da tabir ettiğim sistem, bize şunu öğretir: Akıl, akıldan üstündür!

Bizler egolarımızı kullanarak, tekil aklımızla var olan fırsatlar ve mümkünlükler arasından olsa olsa maksimum iki üç olasılığı keşfedebilecek kapasiteye sahibiz, ama unutmayın ki ego deneyimlemediği veya şahit olmadığı hiçbir şeyi olasılık dahilinde kabul etmez, bu nedenle ego için “imkansız” diye bir kavram mevcuttur. Evrensel bilgi havuzunda ise, “herkesin” hayal edebildiği “herşey” enerjisel titreşim olarak (bilgi) olarak havada adeta asılıdır, enerji olarak salınım halindedir. Herhangi biri, havada adeta asılı olan bu bilgi, yani titreşim dalgalarına benzer dalgalar yaymaya başladığı anda, bu iki benzer frekans birleşir, rezone olur, ve o kişinin yaşam alanına girer- yaratımın en yalın ve kaba anlatımla açıklaması budur.

Burada iki sorunla karşılaşıyoruz:

  1. Ben nasıl bir frekans yayıyorum?
  2. İstediğim şeyin gerçekleşmesinin “imkansız” en azından gerçekleşmesi çok zor olan bir şey olduğu fikrinden kendimi alamadığımdan ister istemez, nasıl? sorusuna cevaplar ararken kendimi buluyorum

Birinci sorunun cevabı basit: Nasıl bir frekans yaydığınızı merak ediyorsanız, hayatınızı; iş, aile, maddi durum, sağlık, aşk, özel ilişkileriniz, duygusal dünyanız şeklinde alanlara ayırın ve bu alanlara 10 üzerinden puan verin, verdiğiniz puanlar 7 ve altında ise, bu alanlara dair yaydığınız frekanslar karışık, biraz bulanık ve farkındalığınız dışında ilerliyor demektir. Bu da, bu alanlara dair size hizmet etmeyen bir takım zihin kodlarına sahip olduğunuza işaret eder. Frekansınızı nasıl hedeflerinize uyumlu hale getirebileceğiniz konusu ise kitabımda derinlemesine anlatıldığından tekrar burada bu konuya değinmiyorum.

İkinci sorunun cevabı ise biraz üzerinde durmaya değer:

Zihin bir hedefin “nasıl” gerçekleşeceğine dair, veri bankasından size bir veri sunamıyor ise, hedefinizin gerçekleşmesinin imkansız veya zor olduğu yanılgısına düşersiniz. Ama bu yanılgı, tüm hayatınızın rotasını doğrudan etkileyen bir yanılgıdır. Çünkü bu yanılgı içerisinde yaşayan insan bakımından, hayata dair deneyimleyecekleri zihninin kabul edebildiği ölçüde olacaktır ki, limitli bir zihin, limitli bir hayat deneyimi demektir.

Evrensel bilgi havuzuna, veya evrensel bilince kendini teslim eden biri bakımından, “nasıl” sorusunun hiçbir önemi yoktur zira, bir dileğinin gerçekleşmesi için, kendi zihninin kapasitesinin algılayabileceğinin çok ötesinde sınırsızlıkta yollar olduğunu bilir ve bu yolların ne olabileceği ile ilgili sınırlı zihnini yormanın gereksiz ve sonuçsuz kalacağını bilir. Herşeyin mümkün olabildiği bir dünyada da “nasıl?” sorusundan çok “ne?” sorusunun önemi vardır.

Ne kadar büyük hayallerin var?
Ne kadar çok hayal ediyorsun?
Ne kadar yaratıcı düşünebiliyorsun?
Ne istiyorsun?
Ne istemiyorsun? vb.

Bu nedenle bu kişiler hayallerin bir sınırı da olmadığını bilir.

Burada gizli kibrimizi bir kenara bırakıp, bazı oluşları, nasıl sorusunu vb.  zihnimiz ile değerlendirmek konusunda henüz yeterli olmadığımızı kabul etmeliyiz. Çalışmalarımızın zihin-ötesi olmasının anlamı budur. Sorunları yaratan zihniniz olduğuna göre, sorunun bizzat kaynağı ile sorunu nasıl çözmeyi planlıyorsunuz?

Enerji bizlere oldukça “gizemli” gelen şekillerde çalışır. Bu şu demektir, “olumsuz” gibi görünen olaylar nasıl ki “olumlu” olanın doğmasına vesile olabilir, Çekim Yasası ve Rezonans Kanunu da isteklerinizi gayet olumsuz gibi görünen olayları karşınıza atarak aşamalı olarak karşınıza çıkarabilir ve siz eğer uyanık değilseniz, bu “olumsuz” gibi görünen olayı gerçekten “olumsuz” bir şekilde karşılayarak, esasında size doğru “en kısa yoldan” gelen isteğinizi elinizin tersi ile itebilirsiniz!

Yanlış duymadınız, enerji, en kısa,  en hızlı ve en akışkan kanaldan akacaktır. Bu kanalın ne olduğunu önceden idrak etmek imkansızdır.

Genellikle en kısa ve en hızlı yol bir takım mücadeleleri de beraberinde getirir ve maalesef insanoğlu en hızlı öğretileri en sert olaylar sonucunda elde eder.

Bu nedenle örneğin bir insan iyi bir şifacı olma niyetindeyse, şifanın ne olduğunu tam olarak anlayabilmesi adına, belki hayatının bir döneminde kendisini hasta edecek (olumsuz gibi görünen olay) ancak kendi iyileşmesini sağlamak,belki de bir örnek teşkil etmek adına, bu hastalığını iyileştirme mücadelesine girecek ve mücadeleden başarı ile çıktığında, bunu nasıl yaptığını insanlara anlatabilecektir. Bu “istek” bilinçli zihinle yapılabileceği gibi, yüksek bilinç, süper bilinç veya yüksek benlik de denilen farkında olan varlığınız tarafından da yapılmış olabilecektir. “Neden Olmasın” kitabında da anlattığım şekilde, istekler iki merkez tarafından yönetilir, bunlara çeşitli kaynaklarda çeşitli isimler verilmektedir:

  1. Zihin / ego /bilinçaltı
  2. Bilinç-üstü, yüksek benlik, ruh, kalp,öz

Bunların istekleri çoğu zaman birbiri ile çatışma halindedir! Kitabımda, ruhunuzun isteklerini anlayabilmek adına birçok metot sundum. İşte kitabımdaki bu çalışmanın amacı, bilinçaltı ve bilinç-üstü çatışmasını dindirmektir, zira iki farklı merkezden yayılan iki farklı frekans, karmakarışık bir hayat yaratmanıza neden olur.

Bilinç-üstü’nün istekleri de en az bilinçaltının istekleri kadar baskındır, nasıl ki egonun hedefi, sizi acıdan korumak ve hayatta tutmaksa, bilinç-üstünün görevi de ruhunuzun isteklerini yerine getirmek üzere sizi yönlendirmektir ve ruhun istekleri size daima yüksek bir frekansta hizmet eder ve bu dünyadaki “amacınızı” oluşturur.

Bugün birçok trilyoner dahinin çocukluğunun eğitimsizlik ve fakirlik içinde geçtiğini biliyorsunuzdur… zamanında “olumsuz” gibi görünen bu olaylar esasında bu kişilerin bu olayları “olumsuz” olarak karşılamamamış olmalarından, tam tersi daha da azimlenmelerine neden olarak, bugünkü durumlarına getirmiştir.  Belki de, maddi rahatlık içerisinde büyümüş olsalardı bu kişiler, yaşadıkları konforlu hayat nedeniyle, hiçbir zaman bugünkü azimlerini iş hayatlarında gösteremeyeceklerdi ve unutmayın ki bu kişilerin hayalleri ufacık yaşlardan itibaren, o zamanki mevcut zorluklarına aldırmadan, bugünlere gelebilmek üzerineydi, ve hayat onlara tek bir hayatta bu duruma gelebilmeleri için, hızla zıplamaları adına bir platform verdi (fakirlik, dipte var olma) ve bu kişiler mağdur bilincine girmeksizin, büyük bir atlayış gerçekleştirdiler.. çünkü başka çareleri yoktu. Başka bir çareniz olmadığında başarısız olmak bir opsiyon değildir! Bu kişilerin bilinçaltı ve bilinçüstü düşünceleri uyumlu olduğundan, en hızlı şekilde, hedeflerine ulaşmışlardır ve unutmayın ki büyük güç büyük sorumlulukları da beraberinde getirir, belki de çocukluk dönemini bu kadar dert tasa ve zorluk içerisinde geçiren bu çocuklar, gencecik yaşta edindikleri bu tecrübeleri ve sebat kabiliyetlerini şimdiki konumlarında kullanmak durumundadırlar..belki de tam da bu tecrübe, bu kişilere bugün ihtiyaçları olan “manevi gücü” vermiştir.. kim bilir?

Burada çok ince bir detaydan da bahsetmek gerek:

E o zaman hayatım berbat gittiğinde “bu işin içinde bir hayır var deyip” mutlu olayım, harika gittiğinde de mutlu olayım o zaman herhangi bir şey için neden çabalayayım? diye sorabilirsiniz.

Kendisine ait bir farkındalık geliştirmeyen kişi bakımından yaratacağı hayat mevcut baskın enerjisine uygun olarak tezahür edecektir, yani bir kişinin iç dünyası ne ise, dış dünyası da o olacaktır. Bu kişi dış dünyasından memnun değil ise, bu konuda hiçbir çalışma yapmıyor ise, suçu da kader, kısmet ve diğer insanlara yüklüyor ise ve sürekli kendini benzer döngülerin içinde buluyor ise, artık bu kişinin yüksek benliğinin doğrultusunda hareket ettiğini söylemek mümkün olmaz, tam tersi bu kişi egosunun hizmetine girmiş kişidir.

Diğer yandan, dış dünyasından memnun olmayan ve bu durumun iç dünyasının bir yansıması olduğunu bilen, ve iç dünyasını düzenlemek yönünde çalışan ve sorumluluk alan kişi bakımından yaşanacak olaylar şu şekilde olabilecektir:

  • Kişinin hayatında kesinlikle değişimler, hareketlenmeler, ve olağandan farklı sıra-dışı olaylar yaşanacaktır.
  • Kişi çevresinin değiştiğini farkedecektir, bazı insanların hayatından çıktığını ve yeni insanların hayatına girdiğini, bazı aile üyelerinin daha sevecen, bazı aile üyelerinin ise daha mesafeli olduğunu görecektir.
  • Enerji çalışmalarını gerçekleştiren kişi bakımından hiçbir şey “sabit” veya “rutin” değildir. Egosunun esiri olmuş kişinin her günü, her yaşadığı olay, her karşılaştığı kişi birbirine benzer.
  • Enerji çalışması yapan kişinin dünyası “sarsılabilir” - yeniye yer açmak için. Egosunun esiri olan kişi bakımından “yeni” kabul edilebilir bir kavram değildir. Herşey “bilindiktir”.
  • Enerji çalışması yapan kişinin hayatı mutlaka ama mutlaka daha iyiye gidecektir - ama bazen, iyiye yer açılması için, önce iyiyi engelleyen blokajın ortadan kalkması gereken durumlar olabilecektir, o yüzden kimi zaman herşey iyiye gitmeden önce biraz daha kötüye gider! Egosunun esiri olan kişi bakımından ise, hayat genellikle daha kötüye gider.

Kitabımda anlattığım yöntemleri kullanıp da başarısız olmanıza imkan yok; ama başarısız olduğunuzu zannetmenize imkan var:

Herşey iyiye gitmeden önce biraz daha kötüye gider!

Siz kalbinizin isteğini bulun, gerçekleşmesine niyet edin, kalbinizin isteği ile kendi frekansınızı eşleştirin ve ardından bırakın olacak olan olsun dedik...kitapta bunun adına serbest bırakma ve teslimiyet dedik.

Tüm bunları yaptınız, diyelim ki maddi durumunuz üzerinde çalışıyorsunuz, kitabı okudunuz, özümsediniz ve uygulamalarınıza başladınız.

Ve, şaka gibi borçlarınız üzerine borç eklendi! Bu noktada insanlar verdikleri tepkiyle ikiye ayrılırlar:

  • Bu çalışmaların saçma olduğunu düşünen, hatta şanssızlık getirdiğini düşünen, tüm kitapları yakan ve esasında tam da o anda niyetlerini de yok eden sabırsızlar
  • Bu oluşumun onu “sınamak” için var olduğunu anlayıp, yoluna devam edenler ve başaranlar.

Esasında “sınama” gibi görünen olaylar genellikle şu mesajı vermektedir:

Niyet ettiğin konuyla ilgili olarak en kötü senaryo ile barışamıyorsan, bastırdığın bir korku var demektir, bu korku var olduğu sürece, inancını hiçbir zaman kırılmaz inanç haline getiremezsin, başka bir ifade ile niyetini gerçekleştirecek kuvette bir enerji, odak üretemezsin, başka bir ifade ile, niyetinin sana akacağı kanal üzerinde kocaman bir kaya var olduğu sürece, sana ancak nehirden sadece birkaç damla düşecektir. Önce kayayı kaldır. Belki de yapman gereken tek şey bu, kayayı kaldır, zaten akışta olan bırak sana aksın.

Kayayı kaldırmak için, önce kayayı görmen gerekir, hatta kayanın sana çarpması gerekir. Önce darbeden şaşkına döneceksin, sonra kayaya dönüp, tam da istemediğim herşeysin! diye sinirleneceksin, işte tam da istemedİğin “herşey” olan bu kaya sana şunu adeta haykırır:

BENİ KABUL ET!
BENİ YOK SAYMA!
BENİ REDDETME!
BENİMLE BARIŞ!

Böyle bir durumda, kişinin korkusuyla barışması gerekir, bunu yapabilmesinin en kolay yolu, korkusunu alaya alabilmektir, herşeyin geçici olduğunu bilmesidir, ve en önemlisi de o ya da bu şekilde “kayaya rağmen” ve belki de “o kaya vesilesi ile” son derece sağlam bir biçimde gerçekleşeceğini bildiği niyetinin arkasında durmasıdır. Ve kayaya “seni görüyorum, seni anlıyorum ve yoluma devam ediyorum” diyebilmektir.

Size kendimden bir örnek vermek isterim; bir dönem maddi durumum üzerinde yeni bir metot ile çalışırken, çalışmamın bitimini takip eden birkaç gün içerisinde hiç beklenmedik problemler nedeniyle bütçemi alt üst edecek boyutta bir masraf ortaya çıkıverdi.

Tam da, “şaka gibi”, çalıştığım metot “ters tepti!” dediğim anda bir kahkaha hali ile bir farkındalık yaşadım. Kahkaha diyorum çünkü durum bana göre çok trajikomikti.. ve ağlamaktansa, gülmek çok daha verimli bir eylemdir =)

Kullandığım kelimelere dikkat edin!  “Şaka gibi”, “ters tepti”, “trajikomik” şeklinde nitelediğiniz bir durumla karşılaşırsınız hemen durun!

Orada bir kaya var..orada bir gölge var...orada bir blokaj var.

Bu blokaj benim adıma, “her koşul ve surette inancımı -kırılmaz inanç- boyutunda tutabilecek kadar kendime ve sisteme güveniyor muydum, enerjim bu kadar kuvvetli miydi, kontrolcülük özelliğimden arınmayı düşünüyor muydum =)? Panik ve stres yapmayı da bırakmalıydım çünkü hiçbir şeyi değiştirmiyordu” gibi temalar üzerine kuruluydu.. bunları “gördüğüm” anda 5 gün içerisinde zarar aniden oluştuğu gibi, aniden gelen gelir ile zarar sıfırlandı ve yoluma devam ettim.

İlişkiler bakımından ise, birçok kaya ile karşılaşabilirsiniz..

Eski sevgililerinizden beklenmedik mesajlar alabilir, halihazırda bağı olan kimseleri veya, “hayır” demenizi sıklıkla gerektirecek kişileri hayatınıza çekmeye başlayabilirsiniz (sınırlarınızı ve ne istemediğinizi ifade etmekte ustalaşmanın yolu her konuda olduğu gibi bol bol pratiktir- evrenin de başka şekilde çalıştığını sanmıyorum:), birkaç kere “işte buldum, oldu!” diyeceğiniz ideale çok yakın ama esasında sizin için ideal olmayan kişilerce kalbiniz kırılabilir (daha fazla sevginin yolu, kalbinizi tüm duygulara korkusuzca açmaktan geçer)..

Arkadaşlar; yazımın başında ne demiştim.. benim Çekim Yasası ve Rezonans Kanunu’nu bu denli derinlemesine ve senelerdir çalışmamın nedeni: “kontrolcülük” demiştim.

Kontrol iki ucu keskin bir bıçak gibidir, hayatınızı ve hayallerinizi elinize alıp yönetecek araçları kullanmak güzeldir, ancak olayların “nasıl” gelişmesi gerektiği ile ilgili de bir fikir sahibiyseniz hatta önyargılıysanız, o zaman kontrolcülüğünüz size pahalıya mal olabilir.

Panik ve stres, kontrolün elinizden kaydığını düşündüğünüz anlarda ortaya çıkan duygulardır. Kontrolcü bir insan doğal olarak stresli insandır.

Eğer siz de benim gibi, çok bilmiş kontrolcülerdenseniz ve bir şeyin nasıl olması gerektiğine dair kesin yargılarınız var ise, o işin öyle işlemediğini siz de muhtemelen benim gibi yaşayacak öğreneceksiniz.

Uzun lafın kısası, bir niyet, size göre “kabul edilemez, olumsuz, berbat” yollardan da size ulaşabilir, bambaşka bir yoldan da.. her güzellik, güzellikle gelecek diye bir kaide yoktur, hem eğer büyük resmi görebilseydiniz, berbat dediğiniz o olayı belki de bir lütuf olarak değerlendirirdiniz…buradaki öğreti, olanı, sevgiyle kabul edip, kontrol etmeye çalışmayıp, kendinizi kelimenin tam anlamıyla “salmaktır”, akışa..

Olanı sevgiyle kabul et...

Açıkçası bu sözü uzun yıllarca her koşul için uygulayamayacağımız bir söz olarak düşünmüştüm. Zira kendi zihinsel kalıplarına hapsolmuş bir bireyin, eylemsiz kalarak, olacak olan buymuş diyerek kendi hayatının sorumluluğunu almamasına ve kurban bilincine kadar giderdi bu sözün ucu bana göre..

Bu sözü ancak son yıllarda anlayabildim :

Olan olay sizin iç dünyanızın bir yansıması, her ne oluyorsa, bu sizin bir parçanız, muhtemelen bir gölge yanınız, ve kimse de gölge yanıyla yüzleşmekten hoşlanmaz, dolayısıyla da yaşadığınız olay size göre “olumsuzdur”. Ama bu söz der ki, kendine sevgiyle yaklaş, gölgelerini gör, kızma, reddetme, yok sayma,  kabul et, özümse, affet, sev ancak bu şekilde dönüşebilirsin- eğer dilersen.

Anlayış, kabul ile başlar…anlayıştan, sevgi doğar…ve sevgiden de anlayış...ve sevgi daima korkuyu bertaraf eder.

Olanı sevgiyle kabul etmeden; olanı dönüştüremezsin.

Sen bir niyet ettin, niyetini enerjinle besledin, odağınla somutlaştırdın, olmakta olduğunu bildin… artık teslimiyet zamanı..

Bu zaman,  senin zihninin bir türlü cevabını bulamadığı “nasıl” sorusunun adım adım yanıtlandığı zamandır. Ve “nasıl” sorusu yanıtlanırken, sakın sana “hayır” dendiğini düşünme… enerji “gizemli” şekillerde hareket eder, unutma..bu zaman artık “kontrol etmeyi” bıraktığın, kendini saldığın, ve kabullenişe geçtiğin zamandır..

Çekim Yasası ve Rezonans Kanunu sana hayatını kontrol etmeyi öğrettiği gibi, kontrolcülüğünü bırakman gerektiğini de öğretir.  Bu kanunlar, sana “kaderine” teslim olmamanı öğütlediği gibi, zamanı geldiğinde teslimiyete kendini bırakman gerektiğini anlatır. Bu kanunlar, mükemmel bir denge içerisinde yaşaman yönünde seni “zorlar” ve bu kanunların bilinçli bir şekilde uygulanması, sadece niyetlerinin gerçek olmasını sağlamaz aynı zamanda, ruhsal büyümene de katkı sağlar..

Kontrolcü bir insan olarak Çekim Yasası ve Rezonans Kanunu hakkında bitmek tükenmek bilmeyen bir azimle çalışmış bir insan olarak, anladığım şudur: Bir niyetinizin gerçekleşmesini istiyorsanız, öncelikle zihin gücünüzü kontrol etmeyi öğrenmelisiniz, ne zaman odağınızı toplayıp, ne zaman kendinizi akışa bırakmanız gerektiğini anlamalısınız. Enerjinizi hedefinize doğru yoğunlaştırdıktan sonra, size geri “yansıması” yani akabilmesi için, enerjinin kaba tabirle önünden çekilmeniz gerekir.

Faydalı olması dileğiyle,


Sevgilerimle



Eğitim ve danışmanlık talepleriniz için fitsoulfitmind@gmail.com adresinden bana ulaşabilirsiniz.







































Geleceği Bilmenin Sırrı

Geleceği bilmek istiyorsan, Kendini bil.  Geleceği mi bilmek istiyorsun, Dışarı çıkma, *Kendine gel!*,  Geleceği ...