29 Aralık 2016 Perşembe

Fizik-Ötesi İletişim


Esasında bu yazımı, "meleklerle iletişim" olarak adlandırsam eminim çok daha büyük bir kitleye ulaşma imkanı elde ederdim. Ancak, bilerek ve seçerek, çevremizde bulunan ancak gözlerimizin göremediği bir aralıkta bulunan frekanslara ben belli bir isimle (melek vb.) hitap etmekten kaçınıyorum.

İnsan gözünün görebildiği "görünür ışık bandı" 400 ila 700nm'lik dalga boyları arasındadır. Aşağıdaki tablodan, görünür ışık bandının insan türü bakımından ne kadar sınırlı olduğunu anlayabiliyoruz. 


Normal bir laboratuvar spektroskobu ise 2 ile 2500 nm arasındaki dalga boylarını kolayca algılayabilmektedir. Cisimlerin, gazların ve hatta yıldız ve galaksilerin fiziksel özellikleri ile ilgili birçok veri, bunlardan yayılan elektromanyetik ışınımın bir spektroskop yardımıyla analiz edilerek öğrenilmektedir. 

Kısacası, insan gözü, ve insanın ürettiği makinelerin algılayabildiği ışık ve frekans bandı sınırlıdır. Bazı hayvanlar, örneğin kediler, bu bandın ötesini rahatlıkla algılayıp, görebilirler.

 Aynı durum renkler için de geçerlidir, göz üç temel birleştirici renk olan kırmızı, mavi ve yeşile tepki verir, ve diğer renkleri bu üç rengin farklı kombinasyonları olarak algılar.  Başka bir ifade ile, gördüğünüzü düşündüğünüz renkler, sizin şahsi optik filtrelerinizden geçerek, "görebildiğiniz" bir formata dönüştürülmekte ve siz de bunu belli bir renk olarak ifade etmektesiniz.

Herşeyin özü enerjidir, ve enerjiden yayılan frekanstır. Yani insan bedeninin de yaymakta olduğu bir frekans vardır (düşük frekans, yüksek frekans gibi). Bu frekans seviyesini "görmek", "bilmek", "hissetmek", söz konusu frekansın, standart insan gözünün görebildiği bir aralıkta yer almaması nedeniyle mümkün olamamaktadır ancak bu yetiyi geliştirmek mümkündür, aynı sporda olduğu şekilde, daha önce hiç kullanmamış olduğunuz "kasları" çalıştırmaya başlamanız ile birlikte, görebildiğiniz frekans aralığını da geliştirmeniz çok mümkün ve doğal bir olgudur. 

Bu bilgileri vermemin sebebi, sektörümüzde oldukça romantisize edilmiş olan "melek" ve "ışık varlık" kavramının esasında ne kadar da "doğal" bir olgu olduğunu göstermek. 

Sizi "görmemizi" sağlayan bir çekirdeğiniz yani bedeniniz var, bedeniniz bizim görebildiğimiz bir frekans aralığındadır. Çekirdekten dışa doğru yayılan, daha hafif ve yüksek bir frekans aralığında olan enerji bedeniniz ise, standart bir göz tarafından görülememektedir.  Bunun nedeni enerji bedeninizi oluşturan frekansın hızıdır. En yalın tabirle anlatmak gerekirse, maddenin enerjisi daha yoğun ve ağırken, maddesel olmayan herşey daha hafif ve hızlıdır,  ve gözle görülemez; tıpkı telefon ve radyo sinyalleri gibi. 

Bazılarımızın "melek" veya "ışık varlık" olarak tarif ettiği "akıllı" ve "bilgi donanımına" sahip frekansların bizden tek farkı, maddesel bir çekirdek (yani beden) olmaksızın hareket edebilmeleri ve bu şekilde "perdeler", yani "boyutlar" arası geçiş yapabilmeleridir. Çağlardan beri meleklerin ortak tarifi "inanılmaz derecede parlak bir ışık yumağı" şeklinde olmuştur, bunu kişilerin görebildiği durumlar genelde tehlike anları, çaresizlik, aşırı mutluluk, ilham anları gibi, sıradan olmayan durumlardır. Bu gibi sıradışı durumlarda, kişiler içinde bulundukları durumdan çıkabilmek veya, bilgi arayışında oldukları için "alıcı" moduna girerler, alıcı moduna girmek demek, bedenin tüm duyularını ve sezgilerini alarm moduna alması demektir, yani "uyanıklık" halidir, bu gibi durumlarda ise  kişi "talep" ettiği için herhangi bir zamanda göremediği, duyamadığı, hissedemediği diğer dalga boylarını da hissedebilir veya görebilir. 

Ancak panik hali "uyanıklık" değil "uyuma" halidir, ve bu seviyedeki bir kişinin değil fizik-ötesi iletişim, fizik dahilinde dahi algılayabileceği olgular sınırlanır.  Bu nedenle panikle yardım talep ettiğiniz hiçbir an, gelen yardımı algılayamazsınız, çünkü algılarınız korku ve panikten dolayı kapanır. 

Ancak esas olan, hem düşük hem de yüksek frekans aralığında yer alan akıllı varlıkların daima aramızda olduğu ancak bizlerin bu varlıkları göremediği veya duyamadığı gerçeğidir. 

1.  Olgunun Doğal Olduğunun Kabullenilmesi ve İçselleştirilmesi

Fizik-ötesi görüşe sahip olmak için, öncelikle bu fenomenin esasında bir fenomen olmadığının ve doğal bir olgu olduğunun kabul edilmesi gerekir. Siz bu görüş becerisini  "zor", "ulaşılmaz", "inanılmaz", "şaşırtıcı", "yok"  gibi kelimelerle donatırsanız, beyninizi de bu yönde şartlandırmış olursunuz, önünüze "meleğin" kendisini koysak dahi (ki esasında her gün olan budur), beyin o kadar şartlanmıştır ki, karşınızda duran farklı bir frekans aralığını görmeniz mümkün olmaz. 

Bu sadece frekanslar için geçerli değildir. Bu her gün, günlük hayatınızda yaşadığınız olağan bir olgudur, herhangi bir işle uğraşırken önünüzde, yanınızda duran kişileri görmeyebilirsiniz, görmediğinize yemin bile edebilirsiniz, bu kişileri duymayadabilirsiniz, çünkü odağınız başka bir uyarandadır. Psikoloji bilimi bu durumu teyit etmiştir, beyin odaklanmadığı olguları göremeyebilir ve bu son derece normaldir. Konuyu bir tık öteye taşıdığımızda, hayatınızda hiç görmediğiniz yepyeni bir aracı, beyniniz tanımadığı için göremeyebilirsiniz. Tarihte, gemiler ilk yaratıldığında, hayatında hiç gemiyle karşılaşmamış yerli halkların kıyılarına yanaşan gemileri son ana kadar göremediği oldukça bilinen bir hikayedir. Bu hikayelerin çıkış kaynağı ise Christopher Columbus (1492), Ferdinand Magellan (1520), ve James Cook (1770) gibi ünlü kaptanların seyir defterleridir.

Bu nedenle, görü yeteneğinizi geliştirmeniz için öncelikle, bu olgunun gayet normal bir olgu olduğunu beyninize kodlamanız gereklidir. Bu kodlamayı yapabilmek için de yukarıda yazdığım ve dayanağı tamamen fizik olan kaynakları inceleyebilirsiniz. Sadece şu soru bile size referans kaynağı olacaktır, bugün bir kedi dahi sizin duyamadığınız ve göremediğiniz dalga boylarını algılayabiliyor ise, bu o dalga boyunun olmadığını değil, sizin onu algılayamadığınızı gösterir. Henüz diğer dalga boylarını algılayabilecek kapasitede makineler üretmemiş olduğumuz gerçeği de bu makinelerin ileride üretilmeyeceği anlamına da gelmez, aynı şey bugün bizim için son derece normal olan ama zamanında "imkansız" olarak nitelendirilen elektrik, ve hava araçları için de geçerliydi.

Çoğumuz ışık varlıklara kalpten inanmakla birlikte, kök inancımız böyle bir varlığı görememek ve duyamamak yönündedir, çünkü beynimiz için bu durum sıradışıdır. Öncelikle uzun bir süre bu olgunun sıradışı bir olgu olmadığı konusunda kendinizi ikna etmeniz  gerekir. 

2. Aşırı Saygı ve Yalvarma Hali

Benim de "melek" eğitimlerimde, öğrendiğim, bu ışık varlıklarla daima bir saygı çerçevesinde konuşulması gerektiği yönündedir, hatta kimi meleklerin özel görevleri olduğundan kimini günlük işler, kimini ise daha "ciddi" konular için çağırmamız öğretilir. Ben bu öğretiye kendi şahsi deneyimlerim sonucunda katılmadığımı belirtmeliyim. Öncelikle ilahi düzende bir kast sistemi olduğu gibi bir bilgiyi ben hiç bir fizik-ötesi iletişimimde edinmedim, aksine bana gelen bilgi, benim kendimden "farklı" olarak gördüğüm özün esasında "kendime ait" olduğu yönündeydi. Bu da "herkes aynı ruhun parçalarıdır" öğretisini destekler nitelikte.  Hatta bir benzetme yapmak gerekirse, ışık varlıkların sizin güncellenmiş ve en "teknolojik" versiyonunuz olduğunu söylemek mümkün. Interstellar adlı filmde de bu olgu "bize yardım edenler, yabancılar değil, bize yardım edenler, bizim gelecekteki versiyonumuz" şeklinde son sahnelerde açıklanmaktadır.

Oysa ki, "aşırı" saygı ve "ne olur bana yardım et" tavrı, sizin bu varlıklar karşısında kendinizi "küçültmeniz" ve onları "ulaşılmaz" ve "çok özel" bir konuma yerleştirmeniz anlamına gelir ki, bu oldukça insanı bir tavırdır ve aynı tavrı her gün her otorite figürü karşısında da uyguluyoruz (patron, baba, anne figürleri). Şöyle düşünün, patronunuzla konuşmanız ve yardım istemeniz mi daha kolay, yoksa dostunuzla konuşmak ve yardım istemek mi daha kolay? İnsanoğlu daima eşitiyle en etkili, kolay, verimli ve hızlı iletişimi kurabilmiştir, kendinizden üst seviyede gördüğünüz hiç bir varlıkla iletişiminiz, akranınızla olduğu kadar kolay olmaz.

Meleklerle iletişim kuramayan bir çok kişinin esas sorunu budur, kendisini bu varlıklardan uzak, farklı, düşük bir konuma koyan kişinin "patron" figüründen değil destek, cevap alması bile zordur, bazen mucizedir, ve cevabın gelmemesi de son derece normaldir, oysa ki aynı şeyi akranınız için söylemezsiniz, bir şey sorduysanız, akranınız cevap verecektir, vermezse, niye vermediğini sorabilir, ısrar edebilir ve konunun üzerinde durabilirsiniz, patron figüründe ise, patronunuzu kızdırmamak, alındırmamak ve gücendirmemek için çabalarınızdan hemen vazgeçersiniz. 

Öncelikle ışık varlıkların, insanda var olan "ego"ya sahip olmadığını veya oldukça pasif seviyelerde var olduğunu söylemeliyiz, dolayısıyla sizin düşündüğünüz gibi ışık varlıkların, alınması, kırılması, küsmesi, sizi terketmesi gibi insanı tepkiler bu varlıklarla olan iletişiminizde meydana gelmez ve hatta "teknik olarak" egonun yokluğunda da mümkün değildir. 

Işık varlıklarla iletişimin kendinizle olan samimi iletişimden hiçbir farkı yoktur. Hatta enerji odağınızı yönlendirdiğiniz anda size çekilir, bu varlıkların da saf enerji olduğunu biliyoruz, bu durumda, siz talebinizi yönelttiğiniz anda "enerji" size çekilir, çünkü tüm enerjiler birbirine bağlıdır bu da oldukça bilimsel bir olgudur (parçacık teorisi). Dolayısıyla, bilgi ve yardım talebinizi herhangi bir "yalvarma", "bin kere teşekkür ve rica etme" gibi eylemlere gerek kalmaksızın son derece normal bir şekilde yapmanızı, ve aradığınız cevap gelmediğinde de, yine arkadaşınızla konuşur gibi "cevabı almadığınızı belirterek" başka bir yöntemi talep etmek gibi sınırsız şekilde yaratıcılığınızı kullanarak talep edebilirsiniz. 

Benim için en kolay olan, ben bu özleri kendi parçam olarak gördüğüm ve kabul ettiğim için, sadık bir "yardımcımla" hatta "sağ kolumla" konuşur gibi konuşmaktır. Bakın "akran" bile demiyorum, "sağ kol" diyorum, bu yardımcılar, bana gelişimim adına hizmet etmek zorundadır, çünkü ben kendi gelişimim adına kendime hizmet etmek zorundayım, bu tek taraflı değil, karşılıklı bir gelişim ve büyüme sürecidir. Hal böyle olunca da nasıl ki bir yardımcı sizin isteğinizi yerine getirmek zorundadır ve aksi mümkün değildir, ve o bu iş için gönüllü olarak hareket etmektedir,  aynı şekilde yardımcının niteliği veya formu ne olursa olsun, ben de tüm iyi niyetimle bir bilgi talep ediyorsam o bilgiyi almam değil almamam imkansızdır, o veya bu şekilde talep ettiğim bilgi ve yardım mutlaka bana gelir.  Bütün bu süreç, özgür iradeye saygı ve iyi niyet çerçevesinde gerçekleştirilmekte ve safi ruhsal gelişim adına kullanılmaktadır.

3. Etiketlere Takılmayın

"Melek" Eğitimlerinde kimi zaman odaklanılan, safi "melek" yardımcılarınızdan yardım istenmesi yönündedir, oysa ki, bir bilgi veya yardımın hangi kaynaktan geldiğinin hiçbir önemi yoktur, olmamalıdır. Şu kadar ki, ihtiyacınız olan bilgi veya yardım insanlar da dahil olmak üzere, sınırsız araç yolu ile, kimi zaman "ilham", kimi zaman "sezgi" halinde gelebilir.  Odağınızı tek bir kanala yönlendirirseniz,  daha önce de belirttiğim gibi, beyninizi tek bir kanaldan gelecek bilgiyi alması yönünde şartlandırmış olursunuz, oysa ki evren bilgi ve yardımı sizin en açık olduğunuz ve en kolay yoldan sunar; sizin durugörünüz henüz yeterli derecede gelişmediyse de, durugörü yolu ile almayı talep ettiğiniz bilgileri alamayabilirsiniz.  

Bugün bir çok kişi "kaynak" ile iletişim halindedir, biz buna "yaratıcılık", "ilham" ve "sezgi" diyoruz. Dolayısıyla talebinizi aldığınız kaynağı etiketlemek, size hizmet etmez. Siz sadece yardım ve bilgi talebinize odaklanın. Hatta, bana sorarsanız, bu kaynağı "fiziki" kanallar aracılığıyla talep etmeniz size çok daha hızlı sonuçlar getirecektir. Fiziki kanallar, bir şarkı, bir film, bir tablo, bir arkadaş, yan masanızda konuşulan bir konu vb. bir çok kanal olabilir. Bu beyninizin rahatlıkla kabul edebileceği bir olgudur.  Bu nedenle ben bana gelen "sezgisel" bilgeliğin de "melek" kaynaklı olduğunu veya olmadığını da hiçbir zaman belirtmem, bana gelen bilgeliğin işe yarayıp yaramadığını, bana verdiği hissi (neşe ve heyecan) ve birilerine zararı dokunup dokunmayacağını kontrol ederim ve bu benim için yeterlidir. 

Ruhsal sezgilerin geliştirilmesine yönelik seans ve eğitim talepleriniz için fitsoulfitmind@gmail.com adresinden bana ulaşabilirsiniz.

Sevgilerimle




19 Aralık 2016 Pazartesi

İntikam, Sandığınız Kadar Lezzetli Bir Yemek Değildir, Soğuk Yense Bile




Ben bir kişisel gelişim uzmanı ve enerji terapistiyim. 15 senedir bu alan üzerinde uygulamalı ve teorik olarak çalışmalarımı sürdürüyorum.

Mesleğimin avantajları kimi zaman şahsi hayatımda dezavantaja da dönüşebiliyor. Şöyle ki, bir enerji terapisti, muhatabının sözlerinin ve davranışlarının altındaki en derin, ve kök gerekçeleri tespit edebilir; ancak karşısındaki kişi "danışan" değilse, bu tespitlerini muhatabına belirtmez, muhatabına karşı kullanmaz ve daha yüzeysel bir çerçevede iletişim kurmaya çalışır; çünkü sizin yapacağınız tespitleri çoğu zaman karşı taraf dinlemeyecek, anlamayacak ve otomatik olarak defansif bir tutuma geçecektir, bunun da hiç bir kimseye faydası olmaz.

Dolayısıyla mesleğiniz çerçevesinde geliştirdiğiniz yetenekleri günlük hayatınızda kendi avantajınıza ve karşınızdakini "yenmek" amaçlı kullanamazsanız. Bana başvuran bir çok kişi, üçüncü gözünü;  yani altıncı çakrasını açmak istediğini, bunun sebebinin de muhataplarının ne düşündüğünü bilmek istediklerini söylerler, kısacası muhataplarına karşı hayatta avantaj sağlamak adına bu yeteneklerini geliştirmek istediklerini belirtirler.

Oysa ki bizim yeteneklerimizi geliştirmemizin amacı muhataplarımız karşısında bir avantaj sağlamak değildir, hatta, tam tersi, bu yetenekler günlük hayatınızda size "yük" bile olabilir. Çünkü, dediğim gibi, karşınızdaki sizi dinlemeye hazır değilse, sadece onu "yenme" amaçlı, edindiğiniz bilgileri bir "kılıç" olarak kullanamazsınız, bu etik ve ahlaklı bir yaklaşım olmaz.

Hal böyle olunca, çoğu zaman daha "sığ" bir profille hayatınıza devam etmek zorunda kalırsınız, ve edindiğiniz bilgileri kendinize saklarsınız, bu bilgileri sadece kendi gelişiminiz adına kullanır ve değerlendirirsiniz.

Birçok kişisel gelişimcinin kendilerine saldıran kesime karşı "sessiz" ve "pasif" kalması da bu sebepledir.  Oysa bugün, bir kişisel gelişimci edindiği bilgileri "kılıç" olarak kullanmaya kalksa, karşısındaki kişi geri dönülmez bir şekilde incinebilir.

Mesleki sorumluluk da burada doğar, kişisel gelişimci bu uğurda kendisinin incitilmesine, kimi zaman hakarete ve psikolojik baskıya uğramasını da gönüllü olarak kabul eder; zira kendisi incindiğinde bunu dönüştürmeyi de iyi bilir, ama karşısındakini incitirse, o kişi bunu dönüştüremeyebilir. Bu yüzden de, karşısındakine kalıcı bir hasar vermektense,  geçici hasarın kendisi üzerinde oluşmasına izin verir.  Tarihte var olmuş, tüm habercilerin ve ustaların da aynı tutumu izlediğini görebiliriz, "mucizevi" yetenekleri olduğu söylenen İsa çarmıha gerilmesine "izin" vermiştir.  Bu izni verirken de insanlığa, tam da bu anlattıklarımı anlatmaya çalışmıştır; sevgiden doğan fedakarlık ve kabulleniş... İlaveten, büyük çerçevede, karşınızdakine yaptığınız herşeyi esasında kendinize yaptığınızı bilirsiniz ve kendinize yapılmasını istemediğiniz hiç bir tutumu da başkasına göstermezsiniz.

Elbette bu, bizler için çok ekstrem bir durum, zaten bu seviyeye ancak "peygamberler" ulaşabiliyor =) Ancak esasında, birçok kişisel gelişimcinin izlemeye çalıştığı yol da budur.

Bu yazıyı okuyorsanız, bu sayfayı takip ediyorsanız, belli ki sizlerin de belli bir seviyede farkındalığı var, en azından bilgiye açık bir yönü var.  Bir çok insandan daha fazla sorguluyor, düşünüyor ve bilgiyi arıyorsunuz. Bu özelliğinizin kıymetini bilin ve sorumluluğunu alın.

Birileri sizi kırıyorsa, öfkelendiriyorsa, bilin ki, bunu yapıyor olmasının altında şahsına ait bir yara var, yani kendine göre bu kişinin de "çok geçerli" sebepleri var.  Size yapılan bu davranış karşısında, zihinsel veya ruhsal "yeteneklerinizi" kullanarak bu kişilere karşı kılıç kuşanmayın, bu sizi hiç bir yere taşımaz. Ancak şunu düşünün, siz, size yapılan bu davranış karşısında neden öfkeleniyorsunuz, neden kırılıyorsunuz ve bunu nasıl dönüştürebilirsiniz.

Siz sağlam bir zihin ve ruha sahip olursanız, size yapılan hiçbir davranış, sizde bir iz bırakamaz. Dünyadaki tüm insanları kontrol etmek, onlara karşı mücadele etmek, ve onları "yenmek" imkansızdır, yorucudur, ve yıpratıcıdır, bunun yerine siz kendinizi nasıl güçlendirebilirsiniz bu konuya odaklanın.

Ben şu yöntemleri izlerim.

1. Karşımdaki kişi beni incitebiliyorsa, veya öfkelendiriyorsa, benim de aynı konu ile ilgili bir "hassasiyetim" var demektir. Bu hassasiyet nedir, benim yaram nedir ve bu yarayı nasıl onarırım? Zira, herkes bir diğerinin yansımasıdır, bu gibi bir olay benim başıma geliyor ise, bu olaydan benim de çıkarmam gereken bir ders mutlaka vardır. Soru şudur; ben bu olayı neden hayatıma çektim, neden yarattım? Siz kendinizde bu durumu şifalandırırsanız, sadece kendinize hizmet etmekle kalmaz, size zarar veren kişinin de yaralarına şifa olursunuz. İnsanlığa yapabileceğiniz en büyük katkı, esasında kendinize verdiğiniz şifadır. Çünkü hepimiz biriz, ve aynı özün parçalarıyız.  Karanlık bir odaya ışık mı olacaksınız, yoksa, çevresine adeta radyasyon yayan toksik bir kaynak mı olacaksınız?

2. Karşımdaki kişi, yaralayıcı tutumunu istikrarla devam ettiriyor ise, sakin ve dingin bir yöntem ile saldırmadan bu kişiyi alanımdan nasıl çıkarırım? Bazen durumu stabil hale getiremezsiniz, evet peygamber değilsiniz, bu nedenle bazı olayları dönüştüremezsiniz, şifalandıramazsınız ve size karşı saldırı da devam etmektedir, böyle bir durumda da, daha fazla negatif enerjiye maruz kalmanın da bir anlamı yoktur, bu kişileri hayatınızdan sakince çıkarın, her kim olursa olsun ve bunu kendi iyiliğiniz ve sağlığınız için yapın.

3. İntikam, sizi sadece geçici bir süre rahatlatır, intikam öyle kuvvetli bir enerjidir ki (bedduaların tutması gibi) evet karşı tarafı yok edebilir, ancak enerji bumerang gibidir, yok etmeye odaklı kullandığınız enerji bilin ki sizin de enerji alanınızda kocaman delikler açıyor, yani hayat enerjinizi emiyor ve sizi hasta ediyor, ve ardından yok ediyor (kanser gibi).

Siz bu kadar değersiz değilsiniz, ve hiç kimse, kendinizi yok edecek kadar değerli değildir. Kendinizi bu kadar mı sevmiyorsunuz ve değersiz görüyorsunuz, bunu düşünün. Şahsım adına, hiç kimse kendimi yok etmeyi tercih edecek kadar benden daha önemli ve değerli değildir. Bunu hatırladığınız gün, sadece kendinizi korumak adına, intikam duygunuzdan vazgeçersiniz.  Biz buna "affetmek" deriz, affetmek karşınızdaki kişinin davranışlarını yutmak veya onaylamak değildir, kendinizi sevdiğiniz için öfke duygunuzun SİZİ yok etmemesi adına, o kişi ve o kişiden doğan olumsuz duygulara tutunmayı bırakmaktır.

Unutmayın ki, muhatabınız, aynı tutumu hayatı boyunca, eğer bir aydınlanma yaşamaz ise, aynı şekilde devam ettirecek ve kendi kendisini zaten yok edecektir. Sizin bu konuda aktif bir eylem planı uygulamanıza dahi gerek yok, biz buna "karma" deriz. Karma bir adalet veya ceza sistemi de değildir, karma enerjinin daima kaynağına geri dönmesidir. Dolayısıyla, adalet ve karma bekçiliği yapmanıza esasında hiç de gerek yok, zira size zarar veren kişi, kendisine zarar vermektedir, ve bu davranışlarını devam ettirirse, en önce "yok olacak" kişi de kendisidir. Bu sürece siz de dahil olmak istiyor musunuz?

4. Bazen, bize yapılan o kadar büyük ve hazmedilmesi zor bir harekettir ki, kendinizi yok etmeyi göze alarak karşınızdakini de kendinizle birlikte yok etmek istersiniz. Bütün bu yazdıklarımı bilir ama yine de, "gerekirse ben de yok olayım ama o da yok olsun!" derken kendinizi bulabilirsiniz.  Böyle bir durumda gidin boş bir defter alın, bu kişiye karşı öfkenizi, hakaretlerinizi, küfürlerinizi, beddularınızı defterinize dökün, taa ki rahatlayana kadar, yazın, yazın, yazın, arının, deşarj olana kadar. Öfkenizi asla içinizde tutmayın, dönüştürmekte zorlanıyorsanız, silahınızı duvara karşı ateşleyin, muhatabınıza karşı değil, ardından, dönün ve tekrar bu yazdıklarımı okuyun. Bunu kendinize yapmaya değer mi?

Başkasına karşı ateşlediğiniz her silah, mutlaka, şüpheniz olmasın ki, size karşı döner ve sizi vurur. Enerji daima kaynağına geri döner.

Kendi kendisini vuracak kişi siz olmayın.

İnanın, hiç kimse bu "intihara" değecek kadar sizden önemli değil.

Sevgilerimle

16 Aralık 2016 Cuma

Beki İkala Erikli -Söylenecek Çok Söz Var-



Bir kaç gündür yeni bir yazı yayınlamak veya yayınlamamak konusunda düşünüyordum, ülkenin gündemi malum, çok can sıkıcı olaylarlar oluyor; her gün başka bir güzel can, buradan göç ediyor, her biri üzerine söyleyecek o kadar çok sözüm var ki...  Ama son bir olay var ki, şahsen yüreğime dokundu... kırıldım, üzüldüm, korktum...

Beki İkala'dan bahsediyorum... Beki İkala dün gece, ofisinin önünde kimliği belirlenemeyen kadın bir saldırgan tarafından vurularak öldürüldü, yok edildi, katledildi.  Olayın sebebi henüz bilinmiyor, bilinse de ne olacak? Hangi sebep, insanın canını almayı haklı kılabilir ki?

Saldırganın, "kadın" olması, saldırının ofis önünde gerçekleşmesi, bu kişinin malesef Beki'nin danışan çevresinden olup olmadığını sorgulatıyor.

Beki İkala'yı şahsen tanıma fırsatı elde ettim, son derece vasıflı, zeki, dünya tatlısı, yıllar boyu en iyi yerlerde en iyi pozisyonlarda sürdürdüğü kurumsal işleri bırakarak, insanların hayatına dokunmayı, onlara "iyi gelmeyi" seçmiş, kelimenin tam anlamıyla "işi, gücü" ışık saçmak olan bir insandı Beki. Bunu para için yaptığını, ve ortada olmayan bir şey üzerinden insanların parasını aldığını söyleyenler de var, tekrar ediyorum, böyle olmuş olsaydı bile, bir insanın canının alınmasını hiç bir gerekçe ile "haklı" kılamazsınız. Bu gibi söylemlerde bulunan kişilerin Beki'nin özgeçmişinden de bihaber oldukları çok açık, Beki, bugün "para kazanmanın" çok farklı değişik, ve efektif yollarını sadece okuduğu okullar ve özgeçmişi ile sağlayabilecek vasıf ve donanımda bir kişidir, eğer "melekler" ile çalışmayı seçtiyse, bu sadece işine inandığı içindir. Bunları söylüyorum, çünkü bu gibi olumsuz söylemler veya durumu "hafifletmeye" çalışan kişilerin olduğunu biliyorum. En azından kendi ulaşabildiğim kesim adına bu bilgilerin paylaşılması zorunluluğunu hissediyorum. 

Beki'nin çalışma yöntemlerini beğenirsiniz, beğenmezsiniz, meleklere inanırsınız, inanmazsanız, bu apayrı bir konu. Her zaman söylerim, ben şahsen Beki'nin terapi sistemiyle çalışmıyorum, bu mesleki anlamda bir tercihtir, ama Beki ile çalışıp da hayatı değişen, güzelleşen bir çok insan da tanıyorum. İnternet çevrelerinde, bazı haddini bilmezler Beki için, "şizofrendi, meleklerle konuştuğunu iddia ediyordu, olacağı buydu" tarzı, tekrar ediyorum, hadlerini son derece aşan, vicdansız ve saygısız açıklamalarda bulunmuş ve bulunmaya devam ediyor.

Bu tarz söylemlerde bulunan kişiler herhalde, bir gün, birileri onların da herhangi bir davranışını, tutumunu veya iş yapış şeklini beğenmez ise, kendilerinin de aynı usul ile canlarının alınması ihtimali ile barışmış ve hatta onaylayan ve hak gören son derece ulvi(!) kişiler. Oturduğu sıcacık evinin sıcacık koltuğundan, daha bedeni dahi soğumamış bir ruh hakkında, üstelik o ruhu tanımadan, evladını, ailesini düşünmeden, yaptığı iş hakkında zerre bilgisi olmaksızın, bu konuda hiç bir eğitimi ve bilgisi de olmamasına rağmen sadece hakaret amaçlı "şizofreni" gibi, tıbbi bir tanı ve teşhiste bulunan kişi hakkında benim de, üstelik yetkinliğim dahilinde yapabileceğim tanı ve teşhisler de oldukça renkli. 

Gelelim, her meslekte olduğu gibi, kişisel gelişim mesleğinde de bizlerin yaşadığı ama bir çoğunuzun belki de hiç aklına bile gelmeyen tedirgin edici durumlara...

Bizim yaptığımız iş, kişinin ruhunun derinliklerini, kişinin talebi ve işbirliği doğrultusunda kendisine geri yansıtmak, karanlık taraflarına ışık tutmak, şifaya kanal olmak, yollarına ışık ve rehber olmaktır. Bu amaç doğrultusunda kimimiz, melek denilen "ışık varlıklarla" çalışır, kimimiz daha analitik bir sistem izler, kimimiz kendi geliştirdiği yöntemleri kullanır, kimimiz psikiyatriste veya psikologa gider.  Psikolog, yaşam koçu, reiki master, enerji terapisti, melek koçu, Neuro Formatçı, EFT'ci... adı veya unvanı her ne olursa olsun, bu meslek sahiplerinin tek bir odağı vardır; ŞİFA.. 

Her ne kadar, Psikoloji dalında hizmet veren kişilerin çoğunluğu sadece kendileri veya bir psikiyatristin ruhsal bir bozukluğun tanısını ve teşhisini koyabileceğini düşünse de, bu malesef "vizyonsuz" bir yaklaşımdır, zira, psikoloji ve psikiyatri dallarının ortaya çıkış ve gelişme süreci geçmiş yüzyılda meydana gelmişken, kökleri kadim halklara ve topluluklara dayanan enerji terapistliği takip edilebildiği ölçüde, insanlık tarihi kadar eskidir; haliyle bir enerji terapistinin ulaştığı ve çalıştığı usta ve kaynaklar sayısızken, bu bilim dallarının kaynakları, ve ustaları halen sınırlıdır. Psikolojinin ortaya çıkmasına sebep olan dal ise felsefedir, en yalın hali ile "düşüncedir". Dolayısıyla felsefe yani düşünceden ortaya çıkmış diğer sistematik yaklaşımları yadsımak dünyaya at gözlükleri ile bakmakla eş değer bir yaklaşımdır. Bugün "şizofreni" olarak adlandırılan "rahatsızlık", enerji terapistleri ve kadim halklar tarafından başka isimlerle ifade edilen, ve yüzyıllardan beri, psikologlardan çok daha önce tanısı ve teşhisi yapılan "ruhsal ve zihinsel bir rahatsızlıktır". Bunu neden söylüyorum; çünkü Beki Hanım'ı katleden kişinin akli dengesinin bozuk olduğu ihtimali üzerinde durulmakta, ve olayın, Beki Hanım'ın "boyunu aşan işlerle uğraşmasından" kaynaklı olduğunu iddia eden "çok bilmişler" de konu hakkında laflarını esirgememekteler.

İşinin ustası bir enerji terapistine gittiğinizde, daha soru-cevap aşamasına geçilmeden, usta, karşısındaki kişinin enerji alanındaki bozukluk ve düzensizlikleri tespit ederek, ruhun ve zihnin hangi seviyelerde "rahatsızlanmış" olduğunu tespit edebilir, üstelik bunu yapabilmesi için, 3-5 seansa dahi ihtiyacı yoktur, bunu derhal hisseder ve bilir, ve gerekli yönlendirmeleri yapar. Dolayısıyla ruhsal ve zihinsel seviyedeki rahatsızlıkların tanısı ve teşhisi tek bir anabilim dalının yetkinliği dahilinde olan bir konu da değildir, bu gibi rahatsızlıkların tedavisinde ben şahsen kişiyi geleneksel tıbba emanet ederim, kendim böyle bir kişi ile birlikte çalışmam, ancak çalışabileceğini düşünen ustalar var ise, bu da onların bileceği iştir. 

Zira biraz önce de bahsettiğim gibi, ruhsal bilimler sadece geçmiş yüzyılda "bilim" olarak kabul edilmiştir ve halen gelişmektedir, insanlık tarihi ise çok daha öncesine dayanmaktadır, eğer sadece TEK bir dalın ruh konusunda "doğru" ve "etkin" yaklaşımı gösterebileceğine inanırsak, o zaman insanlık tarihi boyunca milyonlarca ruhsal rahatsızlığı olan insanın dünyayı yaşanılmaz bir ortama dönüştürmüş olması gerekmez miydi veya madem bu konuda geçmiş yüzyılda bir atılım gerçekleştirdik ve "doğru" yaklaşımı bulduk, bu durumda da bu gibi rahatsızlıkların içinde bulunduğumuz yüzyılda "azalmış" ve hatta "yok edilmiş" olması gerekmez miydi? Bir düşünün lütfen...

Dolayısıyla Beki'nin yaptığı işi ve işi yapış biçimini yargılamak bizlere düşmez. Ruh halen gizemini korumaktadır, ve hala her birimizin konu hakkında 40 fırın ekmek yemeye hazır olması gelişimimiz için gereklidir. Bundan 300 sene sonra her birimizin doğrudan "kaynak" ile aktif iletişim halinde olup, olmayacağını kimse söyleyemez, bunu şu an mevcut hayatında yapabilen bir çok kişi vardır, bu alanda "bilimsel verilerle" çalışan bir çok kuantum fizikçisi mevcuttur. Bunları görmezden gelerek kesin olarak yadsımak, "dünya düzdür; yuvarlak olamaz" demekten farksızdır. Bu çerçevede bir meslek dalının diğerinden üstün veya etkin olduğunu söylemek, anlamsızdır. Ortak amaç şifadır; yöntemler ise farklıdır. Ulaşılacak tek bir hedef, hedefe giden bir çok yol vardır. 

Bugün önemli konumlara gelmiş her bilim adamının, spiritüel, sanatsal, analitik ve benzeri birbirinden farklı alanlarda fikirler beyan ettiklerini, üzerinde düşündüklerini kaynaklardan okuyabiliyoruz. Hiç bir bilim adamı, ruhu yadsıyarak, hiç bir kişisel gelişimcinin de bilimi yadsıyarak bir yere gelmesi MÜMKÜN DEĞİLDİR. 

Biz enerji terapistlerinin işi de ruhu yara almış kişileri şifaya kavuşturmaktır; ve esas potansiyellerini kendilerine göstermektir, bu anlamda çalıştığımız kişilerin uygulanan metot karşısında bizlere nasıl tepki vereceğini büyük oranda öngörebilsek de, kimi zaman öngöremeyiz. Çalıştığımız kişilere her ne kadar, çalışmaların "şahsi" olduğunu söylesek de, bu kişilerin evlerine döndüğünde, aileleri, ve çevrelerine yapılan çalışmayı nasıl aktardığı konusunu bilemeyiz. 

Kişi bu çalışmalar sonucunda daima büyük bir ruhsal değişime uğrar, bu değişimin sonucunda, kişi; mevcut sosyal ortamından, işinden, eşinden dahi süreç dahilinde kendisine "iyi gelmediği" için vazgeçmeyi, veya değiştirmeyi seçebilir, bu değişime şahit olan çevresinin, bu değişim karşısında ne tepki vereceğini öngöremeyiz. Bugün benden danışmanlık alan bir kadın veya erkeğin, yaşadığı değişim sonucunda mevcut eşi ile artık "olamayacağını" anlaması sonucu, eşinden ayrılması halinde, o eşin vereceği tepkiyi bilemeyiz. Daha karmaşık üçlü ilişkilerin temizlenmesi esnasında, taraflardan herhangi birinin "ayrılığı" hazmedip, hazmedemeyeceğini bilemeyiz. Bu ayrılıktan dolayı, "bizlerin" sorumlu tutulup, tutulmayacağını bilemeyiz, ve bu bizlerin gönüllü olarak aldığı BÜYÜK bir risktir.

Reiki şifa terapileri öncesinde; örneğin kanserli bir hastanın, şifasının ölüm veya iyileşme olarak vuku bulabileceğini defalarca tekrarlasak da, "ölüm" olayı karşısında nasıl bir tepki alacağımızı öngöremeyiz.  Normalde hastalıktan çeke çeke 1 sene içinde vefat edecek kişiyi reiki ile 2 haftada ağrısız sızısız, sürünmeden bu dünyadan göçüne yardımcı olabiliyorsak bu bir "şifadır", ve bu durum terapi alan kişi ve yakınlarına da terapi öncesi açıklanır, ve bu riski gözönünde bulundurarak terapiye başlama yönünde karar alınması tavsiye edilir.

Ancak her ne kadar biz bu açıklamaları yapsak da, hasta yakınlarının "ölüm" halinde bu açıklamayı hatırlayıp, hatırlamayacağı ve bizim yüzümüzden yakınının öldüğünü söyleyerek bizleri itham edip etmeyeceğini bilemeyiz. Bu bizim işimiz açısından, bizim gönüllü olarak aldığımız BÜYÜK bir risktir. 

Bu acıyı hazmedemeyen, kendi karanlığı ile yüzleşmekten çekinen, yüzleşse bile gördüğü şey karşısında öfkesini kontrol edemeyen kişiler, sadece kişisel gelişim değil, bir çok mesleğin (avukat, doktor, borsacı, mühendis, bankacı vb.) karşısında tehdit olarak varlığını sürdürmektedir.

Dolayısıyla burada konu, Beki'nin yaptığı iş asla olmamalıdır, saldırganın yapacağı savunmada, eski mesleğimin de avukatlık olması sebebiyle "akli denge" konusunun gündeme getirileceğini, hatta yukarıda bahsettiğim gerekçelerle buna Beki'nin de sebep olduğu yönünde de bir takım önermelerde bulunulabileceğini öngörüyorum, çünkü bu gibi gerekçeler cezanın form değiştirmesine ve hafiflemesine sebep olabilir. Olmamalıdır. Çünkü bu konunun meslekle hiç bir ilgisi yoktur, bugün Beki'yi katleden kişi, yarın siz onun "parasını kaybettiniz" diye bankacı/borsacı olarak sizi de katledebilir. Bu işin içinden kendinizi sıyıramazsınız, sıyırmamalısınız, hep diyorum, birine yapılan hepimize yapılmıştır. Burada konu "melekler" değildir, burada konu, sebep ne olursa olsun bir kişinin canının alınmasının tartışmaya dahi açık bir konu olmadığı gerçeğidir. Beki'nin canının alınması şahsi bir hatasından da meydana gelmiş olabilir, bu da ölümünü hafifletmez, haklı kılmaz, geçerli kılmaz, bir "haksızlık" olduğunu düşünüyorsanız, uygulanan metotların "kamu sağlığını" tehdit ettiğini düşünüyorsanız, bunu yargı önüne taşırsınız, kişinin canını almazsınız. 

İnsanlar, Beki hakkında sayfalarca yazı yazıyorlar, önce bir başsağlığı mesajı ardından da 3 sayfa işi ile ilgili eleştiri yazısı, öyle yazılar ki bunlar; adeta "kaderini kendi hazırlamış" tadında alt mesajlar içeriyor, bu gibi yorumlar, dolaylı yoldan bu gibi eylemlere "gerekçe" bulmaktan başka bir şey değildir, ve son derece masumane şekilde yazılmış olsalar da, malesef yine, vizyonsuzluğun bir göstergesidir. 

Eleştirilmesi ve üzerinde sayfalarca yazılar yazılması gereken husus, insanımızın "hazımsızlığı" ve bu "hazımsızlık" karşısındaki şiddet ve öfke eğilimidir. İnsanımızın vefasızlığıdır, Beki değil, sizin için, toplum için, bir çok insan için şifa getirmeye uğraşan ve bunu başarabilmiş bir kişinin başarılarından ziyade, belki tek bir hatası, belki de hiç bir hatası olmaksızın yaşamış olduğu bu katliamı gerçekleştiren profil incelenmeli ve ıslah edilmelidir.

Bugün, siz bu olayı hafifletmeye çalışırsanız, doktorlarımızın, avukatlarımızın, bankacılarımızın, kısacası insan hayatının en elzem ve hassas alanları ile uğraşan kişilerin işlerini yapmalarına engel olarak, kendi hayatınıza siz BALTA olursunuz, balta olmakla kalmaz, aynı olayın sizin de başınıza gelmesi için bir yol açmış olursunuz.

İnsanlarımızın, rehber ve habercilere, ve azınlık profillere karşı tarih boyunca göstermiş olduğu tutumu yazılarımda hep paylaşırım, bu kişiler "katledilme" veya iyi ihtimalle "susturulma" ile daima karşı karşıya kalmışlardır.  Asıl üzerinde durulması gereken konu budur.

Bununla birlikte, "kendi ölümünü hissedememiş mi, madem hisleri çok kuvvetliydi?" diyen zihniyete de şunu söylemek isterim, Beki vaktinin gelmiş olduğunu hissetmiş veya hissetmemiş olabilir, ölüm olgusunu sizin gibi "kaçınılacak" bir şey olarak algılamamış dahi olabilir. Bunu bizim bilmemize imkan yok, bilmediğimiz konular hakkında hoyratça yorum yapmak cahilliktir. 

Beki şahsi bir meseleden, kusurundan, hatasından dolayı da canından olmuş olabilir, henüz bilmiyoruz, ama dediğim gibi sebebin hiç bir önemi yok; sebep her ne olursa olsun, yukarıda yazdıklarım, geçerliliğini daima sürdürecektir.

İlaveten, bu olay karşısında, tek bir yorum yapmaktan bile imtina eden kişisel gelişimci arkadaşlarımı da hayretle karşılıyorum, bu konu hakkında sorumluluk alıp yalın bir başsağlığı mesajı ile konuyu geçiştiren, iki üç kelam etmekten çekinen kişisel gelişimci arkadaşlarımı da...

Bu kadar yüksek ego ile, şimdi başarıyormuşsunuz gibi durduğunuz işler ve konumunuz gün gelir, sizi baş aşağı eder. Korkuyla, "kimsenin bam teline basmayayım aman" diye gösterdiğiniz ürkek ve ortacı duruş, gün gelir, sizin de başınızı yer. 

Sizin göreviniz ışık ve rehber olmaktadır, bizler birbirimizin rakibi değil, destekçisi olmalıyız, ancak bu şekilde bir şeyler başarabiliriz. 

Sevgili Beki, yolun ışık olsun... Ailen ve evladına, sabır diliyorum...

Hepimizin başı sağolsun..

6 Aralık 2016 Salı

Kerimcan Durmaz Olayı Memleketin En Önemli Olaylarından Biridir!



Bu yazım biraz sert tonda bir yazı olacak; çünkü arkadaşlarım durum çok ama çok ciddi, bu gibi durumları balla şekerle karıştırarak yumuşak bir şekilde yansıtabileceğimizin çok ötesinde bir toplumsal noktadayız. 

Bu yazıyı, okuyun, okutun, anlatın, konuşun ve paylaşın. Kendinize ve dünyanıza yapabileceğiniz en büyük hayır ve katkı bu olacaktır.

Çoğumuzun, memlekette başka olay mı yok konuşacak da, Kerimcan Durmaz denen karaktere "prim" veriyorsunuz, haber yapıyorsunuz diye basına eleştiri bombardımanı açtığı bir durum yaşandı geçenlerde; üzerinde de fazla durulmadı...

Oysa ki, bu olay son günlerde, çocuk istismarı, kadınlara yönelik taciz olayları (özellikle metrobüste şort giydiği için darp edilen arkadaşımız) ile eş değer boyutta ses getirmesi gereken, memlekette son günlerde yaşanan en önemli olaylardan biridir.

Çünkü bu olay, bahsettiğim diğer olaylarla tamamen ORTAK bir noktaya işaret etmektedir; memleketimiz insanının düşünce ve zihin yapısı, ahlak ve vicdan seviyesi...

Dünya'yı yönlendiren, şekillendiren ve yöneten, insanın davranışlarıdır. Tüm davranışlar, inançlarımızın eseri ortaya çıkar. İnançlar değişmediği sürece davranışlar değişmez, davranışlar değişmediği sürece Dünya'daki hiç bir alan, sosyal, ekonomik, politik vb. gelişim gösteremez. İşte bu basit gibi görünen magazinsel olayın hayatsal önemi buradan kaynaklanmaktadır, çünkü bu gibi olaylar insanımızın inançlarını ve inançları doğrultusundaki davranışlarını anlatır ve yansıtır. Bu davranışlar, toplumun ve ülkenin kaderini belirler. 

Kerimcan, geçen günlerde, Samsun'da bedensel olarak, cinsel tercihi ve yaptığı meslekten dolayı darp edildi ve ölümden döndü.

Kerimcan Durmaz'ı şahsen tanımam, ancak memlekette "konuşulan" kişileri, memleketin profilini ve ihtiyaçlarını anlamak adına incelerim, çünkü KİŞİ, KİŞİNİN AYNASIDIR.

Kerimcan Durmaz'ı şahsı ile değil, sadece, bir profil olarak ele alalım. Bu kişi "eğlence" sektöründe yer alan, "sanatçı" olmadığını beyan eden, ve tek amacının insanları eğlendirmek olduğunu söyleyen, ve bu uğurda benim gördüğüm kadarıyla geçen yıl içerisinde her gece bir mekanda saat 2'den sonra sahne alan, bir "eğlence" aktörüdür. Çalışma saatleri, hiçbirimizin cesaret edemeyeceği ölçüde zorlu, yaptığı iş, insanı eğlendirmek olduğu için son günlerde yaşadıklarımızı gözönünde bulundurursak hayli zordur. Bunun karşılığında bu kişi, herkesin eleştirdiği bir seviyede büyük paralar kazanmaktadır.

Bu kişi ilk olarak, kazandığı paralar yüzünden eleştirilmeye başlamıştır. Birçoğumuzun yargısına göre, bu kişi hiçbir şey yapmayarak bir yerlere gelmiş, boş ve üzerinde iki saniye bile durulmaması gereken bir insandır ve geldiği noktayı ve parayı haketmemektedir. Diğer eleştiri konusu ise, işini, cinsel tercihi ile sentezlemesidir, eleştiri konusu işi yapış biçimi değil, sadece cinsel tercihinin eşcinsellik yönünde olmasıdır. 

Öncelikle arkadaşlar, kimin ne iş yaptığı objektif ölçüde bir zarar meydana getirmiyor ise bizi ilgilendirmez. Herkes doktor, avukat, mühendis olmak durumunda değil. Para hakeden ve haketmeyen işlerin belli bir tanımı ve listesi yoktur. Bu tanım ve listeyi bizler kendi önyargılarımıza ve beklentilerimize göre oluştururuz. 

Ancak, gelişmemiş ülkelerde paranın sadece maddesel olarak alış-verişi yapılabilen işler karşılığında kazanılması gerektiği gibi sığ bir görüş hakimdir. Bu nedenle kişi, somut bir şey satmayan, bilgi, eğlence, keyif, neşe, bilgelik, öğreti gibi soyut olarak sunulan unsurlar karşılığında para vermek istemez, ama bir cep telefonu, veya bir ayakkabıya tonlarca para dökebilir. Ama konu ruhu doyuran unsurlar oldu mu, kişi ne psikologa, ne psikiyatriste, ne yaşam koçuna, ne kişisel gelişim öğretmenine, ne öğretmene, ne komedyene, ne sanatın değişik dallarına, ne de safi keyfe para vermeyi çok görür; bu meslek sahiplerinin kazandığı paraları görünce de kendini eleştirmekten alıkoyamaz, ve kişisel gelişim, sanat, eğlence ve ruhun bakımı ile ilgilenen her mesleğe "para tuzağı", "gereksiz", "işe yaramıyor", "haketmiyor" gibi etiketler yapıştırır.  

Bu durum en çok gelişmemiş ülkelerde görülür, zira gelişmemiş toplumlar kendilerinin sadece bedenden ibaret olduğuna inanırlar ve sadece bedensel ve maddi ihtiyaçları karşılamaya yönelik çalışırlar.  

Kaldı ki, bolluk-bereket kimsenin tekelinde olamaz, para sadece belli bir grup insanın hakettiği, diğerlerinin haketmediği bir araç değildir. Herkes ama herkes zenginlik, bolluk ve refah içinde yaşamayı hakeder, bu kişinin en doğal ve doğarken otomatik olarak kazandığı vazgeçilmez bir doğum hakkıdır.  Bu hakkını "gerçekleştirerek" zengin olan kişiyi yargılayan kişi, genellikle zengin olmayan kişidir, zenginler zenginleri ortada bir çıkar söz konusu değilse durupdururken eleştirmezler. Birini eleştirmeniz için, sizin içinizde bazı noktalara dokunmuş ve sizi rahatsız etmiş olması gereklidir. Dolayısıyla dünyanın nimetlerinden faydalanmanın keyifli bir yolunu bulan kişiyi "idam" etmek isteyen kişi, bu nimetlere ulaşamamanın acısını, ulaşan kişiyi "kurban" ederek çıkarmak istemektedir. Ve esasen zihinsel hastalık eşcinsellik değil, bu tutumun ta kendisidir.  Tarih boyunca da aynı gerekçeyle bir çok usta (en bilinenleri İsa, Joan of Arc, Galileo, Giordano Bruno) ve haberci katledilmiştir.

Dolayısıyla, kim ne kadar para kazanıyor ile ilgilenmek yerine, siz neden o kadar kazanmıyorsunuz bu konu ile ilgilenmeniz kendiniz açısından çok daha faydalı olacaktır.
İkinci konu ise eşcinsellik konusudur. Kerimcan'ın darp edilmesinin diğer en önemli sebebi cinsel tercihidir. Bu tercih sebebiyle, kendisine yapılan darp eylemi karşısında sosyal medyada ağırlıklı olarak "yapanların ellerine sağlık" temalı onay mesajları ağırlık göstermektedir. İşte tehlikeli olan kısım budur. Bu kişiler, bu olayı onamalarının sebebini Dinle açıklamaya çalışırlar. Dinde eşcinselliğin yeri yoktur, günahtır vs. yetmez, bu kişiler Kerimcan'ın ahlaksız olduğunu ve toplumun ahlak seviyesine zarar verdiğini iddia ederler, bu nedenle de kendisine bir "ders" verilmesini haklı görürler. Kısacası bu kişiler kendilerini "ahlak bekçisi" ilan eden, sadece beden ve ego ile hareket eden ve ruhlarını ihmal ettikleri için zihinleri hastalanmış ve acil bir şekilde tedavi edilmesi gereken kişilerdir. 

Bir olayı dinle açıklamaya çalışırsanız, öncelikle mensubu olduğunuz dinin "vicdanlı olmanız" yönündeki buyruğunu yerine getirmekle yükümlüsünüz! 

Değil insan, herhangi bir canlıya eza vermek, darp etmek, öldürmek, acı vermek, ve benzeri hiç bir eylem vicdanlı kişinin yapacağı eylemler değildir. Dini bu eylemlerle bağdaştıracak şekilde yorumlamak, cehaletin ve "günahın" en ağır halleridir.

Bir canlıya ahlak dersi vermek adına darp edilmesine onay vermek veya ses çıkarmamak ise ahlaksızlığın en büyüğüdür.

Kişilerin cinsel tercihleri karşısında öfkeleniyor, bu kişilerle aynı ortamda olmaya dayanamıyor ve onları "hastalıklı" görüyor iseniz, sormanız gereken sorular şunlardır:
"Ben neden tanımadığım bu insanlara karşı sadece cinsel tercihleri yüzünden bu kadar öfke ve tiksinti duyuyorum, bu durum benim içimde yüzleşmek istemediğim, ve beni rahatsız eden hangi temaya işaret ediyor?"

Evet yanlış duymadınız, eğer sadece cinsel tercihi sebebiyle birine bu denli öfke duyuyor ve şiddet eğilimi gösteriyorsanız, muhtemelen kendi cinsel tercihleriniz konusunda siz de baskılanmış bir kişisiniz. Zor değil mi kabul etmek? Ama bunu sadece kişisel gelişim değil, ana bilim dalları da bu şekilde kabul eder.  Başka bir ifade ile, kendi cinsel eğilimleriniz ve seçimleriniz hakkında bu kadar baskılanmamış olsaydınız, tercihini bu derece özgürce yaşayan ve bundan bir de zenginlik elde eden bir kişiyi yok etmeye kalkmazdınız. O kişiyi gördüğünüzde, o kişi size kendinizle ilgili görmek ve yüzleşmek istemediğiniz neyi anlatıyor ki, siz bu kişiyi "görmek istemiyorsunuz"?  Kısacası, cinsel olarak son derece baskılanmış toplumumuzda, tecavüz, cinsel istismar, eşcinselleri yoketme gibi eylemlerin olması son derece beklenti dahilindedir, çünkü, bastırılan şey, sonunda "öfke" ve "şiddet" olarak açığa çıkmak ister. Kısacası hasta olan eşcinsel kişi değil, bu kişilere karşı bu gibi duyguları hisseden kişidir.

Daha da tehlikelisi, bu bastırılmış duygularını sağlıklı bir şekilde ifade edemeyen, deşarj olamayan kişi, potansiyel bir yokedicidir, öfke şiddete dönüşür ve şiddet öyle bir hal alır ki, kişi hem kendini hem de kendi karanlık yönlerini hatırlatan herkesi yoketmeye eğilim gösterir. Bu da aramızda potansiyel katillerin dolaştığına dair büyük bir karinedir. Şimdi neden, anlattığım konunun hayatsal bir önemi olduğunu anlıyorsunuz değil mi? Zira, sizin de hiç farkında olmadan yaptığınız bir hareket, söylediğiniz bir söz, bu kişilerden herhangi birinin bastırmış olduğu duygularından birini tetikler ise, sizin adınıza hayati tehlike başgösterir. İşte bu nedenle bu ve benzeri konular memleketin en önemli konularındandır ve sizin de şahsınızı son derece yakından ilgilendirmektedir.

Bu kişiler, cinsel tercihleri kendisiyle aynı olmayan ve azınlık tercihte bulunan kişilerin "hasta" olduğunu iddia ederler, kendisi ile aynı tercihleri paylaşmayana "hasta" damgası vurmak, hastalığın ta kendisidir. Olay çok da karmaşık değil, bugün filtre kahveyi siz sütlü içiyor olabilirsiniz, sütsüz bir kahve sizin için "içilmez" bir tat olabilir, peki siz sütsüz kahve içenleri hasta mı ilan ediyorsunuz? Bunun aması, şusu, busu yok, kişinin şahsına bu derece yakın, özel ve kimseye zarar vermeyen bir tercihi hakkında ağır bir yorum yaptığınız her an, bu kahve önermemi hatırlayın.  

Daha da ileri gidelim, "normal" ve "anormal" kavramlarına bakalım. Normal olan "standart" olan ve toplulukta "çoğunlukla" rastlanandır, anormal ise normalden farklı seyir gösteren olgudur, bu anlamda zeka geriliği ve ileri zeka durumlarının her biri günümüzde "anormal" olarak tanımlanır, toplumlar geliştikçe normal ve anormal tanımları da değişir. Bugün IQ'su 90 civarında seyreden kişi standart ve normal olarak kabul edilirken, bundan 100 sene sonra bu kişi "anormal" yani zeka geriliği olan kişi olarak kabul edilecektir. Dolayısıyla bugünün anormali yarının normali olacaktır, insanın gelişim süreci bu tanımların değişmesini gerektirir, bugüne dek olan da tam olarak budur. 

Tarihte dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü iddia eden kişiler katledilmiştir, çünkü bu kişiler normalin dışında seyreden bir tutum sergilemiştir. Bugün ise, bu bilgi 3 yaşındaki çocuklarda bile bulunan sıradan bir bilgidir, aksine bugün dünyanın düz olduğunu ve dönmediğini iddia eden birini görürseniz, o kişi "anormal" olarak nitelendirilecektir. 
Bu dediğimi hatırlayın, ileride ve gelişmiş toplumlarda cinsel tercih normallik ve anormallik kapsamında değerlendirilen olgular arasında sayılmayacaktır, zira insan geliştikçe, duygularını özgürce yaşamanın hayatın esas amacı olduğunu kavrayacak ve tercihler birbirinden renkli ve karışık bir hal alacaktır. 

Eşcinsellik sanıldığı gibi "yeni trend olan" veya tarihsel süreçte gitgide artan bir durum değildir arkadaşlar, eşcinsellik daima varolmuştur, ancak seneler ilerledikçe kendini ifade etme cesareti gösteren insan sayısı artmıştır. Dolayısıyla, bize sunulan istatistikler de hatalıdır, cinsel temalar ile ilgili baskılanan bir toplumda eşcinsel sayısını doğru bir şekilde saptayamazsınız. Dolayısıyla bu verilere dayalı bir normal-anormal, azınlık-çoğunluk tespitine girmek de son derece hatalı olacaktır. Bugün ülkemizde, aseksüel, heteroseksüel, eşcinsel kişilerin, cinsel temalarla ilgili kendini keşfetme şansları bulunmamaktadır, dolayısıyla herkes norma uymaya gayret göstererek otomatik olarak heteroseksüellik yönünde eğilim göstermektedir, geri kalanı da lanetlenmektedir. Oysa ki, bugün tüm hayatını heteroseksüel yaşam biçimine göre geçirip içinde başka duygular barındıran bir çok mağdur kişi bulunmaktadır. Bunlardan çoğu, kendilerinin eşcinsel olduklarını dahi farketmezler, çünkü böyle bir keşif şansını toplumsal koşullar o kişiye tanımamıştır. Başka bir bilimsel veri de, her insanın, hayatının bir noktasında eş cinse karşı da özel bir sevgi duyabilme ihtimali olduğunu belirtir. 

Kısacası, günlük ve sığ bilgilerle yaptığımız, hasta, normal, anormal gibi tespitler sadece an'da yapılan ve "gerçeği" göstermeyen, "geçici" verilerdir. 

Bu bilgileri edinmeniz için, profesör veya doktor olmanıza gerek yok, biraz merak, biraz kitap, biraz makale ile herkes bu bilgilere ulaşabilir; sorun zihni hasta kişinin tek doğruya sahip olması ve başka bakış açılarını öğrenmek isteğinde bulunmamasıdır, bu kişiler hiç bir zaman da bu kaynaklara ulaşma niyetini göstermeyeceklerdir, çünkü, bu kişiler için aydınlanma "cehennemin" ta kendisidir, yüzleşecek onca karanlık varken, aydınlanmak, çok da çekici değildir.

Burada bizlerin görevi çok ama çok büyük. Konuşun, heryerde konuşun, dinlemeseler bile sizi duyacaklar, öğrenin ki, öğretebilin, anlayın ki anlatabilin, yazma imkanınız varsa yazın, birileri okuyacak.. Evet bu yazıya hak verenlerin sayısı az olacak, işte bu "azınlık", ancak paylaşmakla çoğalabilir. Bazı konulara "hak vermeyeceksiniz" vermeyin, yine de paylaşın, çünkü başka bakış açılarının var olduğu yönündeki zihin kaslarınızı çalıştırmış olacaksanız. 
Kişileri (Kerimcan vb.) onaylamayabilirsiniz, o kişilerin yolundan SİZ gitmeyin, bu bir tercihtir, daha iyi yollar arayın, o yolları öğretin, yargılayarak vakit kaybedeceğinize, daha iyi bir yol bulmak yönünde siz çalışın.  Ama gidene de engel olmayın, çünkü bu onun hayat yoludur. Tercih hakkına saygı gösterin, bu sizin de özgürce tercih yapabilmenizi sağlayacaktır.

Sevgilerimle




2 Aralık 2016 Cuma

Kurumsal Bir İşte Çalışarak Neden Zengin Olunmaz



Bu yazımda sizle, ufak ama etkisi büyük bir sırrı paylaşacağım.

Hepimizin en büyük dileğidir daima bolluk, bereket içinde yaşamak. Bu amaç uğruna da, sevmesek de, sıkılsak da, zor da gelse, işimize dört elle sarılır, her gün aynı rutinimizde işlerimize gitmeye devam ederiz. Belli bir maaşımız, ayın sonunda öngörebildiğimiz bir finansal hesap-kitabımız da vardır. Kurumsal işte çalışmanın en büyük avantajı da işte bu "garanti gelirdir". Önümüzdeki ayın sonunu görebilmek ne büyük nimet! Bağımsız olarak çalıştığınızda ise, gelecek ayınıza dair hiç bir garantiniz yoktur, işte bu nedenle kurumsal işler bir kurtarıcı gibidir, esasında zor görünür ama verdiği "güvence" zorluğuna değerdir.

Sanırım hepimizin, neden sevmemesine rağmen işine sarıldığını kısaca özetleyebildim. Zira, aynı yollardan ben de geçtim; biliyorum.

Bir büyüğüm bu işlerden birinde çalışırken bana şu soruyu sormuştu "İrem, hedefin nedir". Hedefimin, herkes gibi "rahat bir kafaya erişmek" olduğunu belirtmiştim. Kendisi benden 10 yaş büyük ve tecrübeli biri olarak "o istediğin zenginliğe, rahatlığa hiç bir zaman bir kurumda varamazsın" demişti. Bu söze karşı ilk tepkim, gücenmek olmuştu; zira bu kadar canla başla çalışırken bunun karşılığının bu olamayacağının hem de bu yollarda benden bir 10 sene daha fazla yürümüş birinden duymak hem ürkütücü, hem de moral bozucu olmuştu.

Birkaç yıl sonra, bu büyüğümün ne demek istediğini anladım.

Anlatacağım şey ne ekonomi ile ilgili ne de maaş skalasıyla. 

Kurumsal bir işte çalışarak zengin olamazsınız! 

Bunun salt sebebi zenginlik, bolluk, bereket bilincinin/frekansının, kurumsal sistemin frekansı ile eşleşmemesidir! Şimdi açıklayacağım, bekleyin.

Genel ortalamaya baktığımızda, kurumsal bir işte çalışan kişinin, işi ile ilgili sıkıntıları şunlar olmaktadır:

1- Mesai saatleri nedeniyle, haftaiçi, kendine zaman ayıramamak, özgürlüğünün kısıtlandığını hissetmek
2- Çok çalışmak, karşılığı maaşın ise "düşük" kalması
3- Çalışan sayısı fazlalığı nedeniyle, terfi sırasını beklemek, o terfinin bir türlü gelmemesi
4- Kariyerin bir noktada kitlenmesi, önünüzün açılmasını beklemek
5- İş hayatında yapılan haksızlıklar, mobbing
6- Köle gibi hissetmek
7- Yıllık izinlerin yetmemesi, yıllık izine çıkılsa dahi, tatilde bile "iş düşünür" olmak, stresten arınamamak
8- Koltuğunuzun güvende olmaması, kriz sebebiyle, her an herhangi bir sebepten işinizi kaybetme olasılığının bulunması

Bolluk, bereket frekansının özü ise şu şekildedir
1- Para, özgürlüktür
2- Para, keyif ve neşedir
3-Para, güçtür
4-Para, güvencedir

Çekim Yasasının hemen ana kuralını hatırlayalım bu noktada;  istediğiniz şeyin frekansı ile kendi öz frekansınızı eşleştirdiğiniz zaman, istediğiniz şeyi bir deneyim olarak hayatınızda yaşarsınız.
Bolluk bereket içinde yaşamak isteyen kişinin, frekansını özgürlük, keyif, güç ve güvence duyguları ile donatması gerekir, bu frekansı yaratan kişinin hayatına ise, bu duyguları deneyimleyebilmesi için "para" girer.

Haftanın 5 gününü aktif olarak yukarıdaki duyguları yaşayarak geçiren bir kişinin, para frekansından ne kadar uzak olduğunu sanırım kendi gözlerinizle tespit edebildiniz.

İşte tam da bu nedenle, kurumsal hayatın kişide yarattığı frekans, kişinin zengin olmasına engel olmaktadır, başka bir ifade ile kişi para kaybetmemek için para kazanma opsiyonundan da vazgeçmektedir, kişi "korkusu" nedeniyle kurumsal işin sağladığı "güvence" duygusuna sığınmaktadır. Kurumsal işinize devam etmenizin amacı, "korku" kaynaklıdır. Korku duygusunun var olduğu yerde ise bolluk bereket bilincine geçmeniz, ve zenginliği bir deneyim olarak hayatınızda yaratmanız imkansızdır. Bir çok kurumsal işte çalışan kişinin para kazandığını ama parasının bir türlü "bereketi" olmadığını, gelenin gittiğini duymuşsunuzdur.  Bunun sebebi, bahsettiğim şekilde, kurumsal hayatın kişide uyandırdığı duygu durumu ve frekansının, para frekansından uzak olmasıdır.

Şunu diyebilirsiniz, e bir çok şirketin CEO'su, yöneticileri iyi paralar kazanıyor, ben neden kazanmayayım? Bu çok olumlu bir yaklaşım ve motivasyondur. Eğer, her gününüzü bu motivasyonu yitirmeden işinize sevgiyle sarılarak devam ettirebiliyorsanız, evet siz bolluk bereket frekansının uydusundasınız demektir, bu kişilere söyleyecek, önericek bir tavsiyem de yok. Ama gelelim bir de gerçeklere, işinize bu motivasyonla başlamış olsanız dahi süreç içinde şahit olduğunuz ve deneyimlediğiniz olumsuz olaylar karşısında bu ümidiniz zamanla kırılabilir, kırıldığı noktada da yine bolluk bereket bilincinden uzaklamış olursunuz. 

Bu nedenle yapılacak iki şey var:

1) Aşık olduğunuz işi yapmak
2) İşinize yeniden aşık olmak ve bu aşkı kaybetmemek

Arkadaşlar, başka bir yolu yok... bu iki opsiyondan birini gerçekleştiremiyorsanız, bolluk bereket frekansı ile kendi frekansınızı eşleştirmeniz mümkün olmaz. Canla başla çalışıp ayın sonunu zor getiren arkadaşlarımızın zenginlik seviyesine bir türlü gelememelerinin nedeni tam da budur. 
İşine, çalıştığı kuruma aşık, her gün ayakları koşa koşa işine giden biriyseniz, sizlere söyleyecek bir şeyim yok, aynen devam edin, siz "biriktirme" usulü ile, veya başka bir metot ile bolluğa zenginliğe kavuşabilirsiniz.

Ancak aksi bir durumda, tekrar ediyorum, zengin olmanız imkansız, sevmeyerek yaptığınız hiç bir iş size kafa rahatlığı, bolluk ve bereket getiremez. Sebebi evrensel yasalardır, siz sadece baskın duygunuzun karşılığını hayatınızda deneyimleyebilirsiniz, bunun istisnası da yoktur. Hani o hep ilham aldığımız CEO'lar, yöneticiler var ya, dikkat edin, bu kişiler işlerine saplantı derecesinde aşık ve bağlıdır, o kadar ki özel hayatlarını bile işleri uğruna hiçe sayarlar. Onların tek ilişkisi işleri iledir. Bu kişilerin zengin olmaması imkansızdır, ancak işleriyle "ilişki" yaşayan bu kişilerin de hayatlarının diğer alanlarının çökmesi hiç şaşırtıcı değildir. Dolayısıyla bu kişiler seçimlerini işleri yönünde yapmışlardır.

Eğer şöyle bir hayaliniz varsa; bu olmayacak.

İşinize aşık değilsiniz, para ve güvence için çalışıyorsunuz, ailenizi de çok sevdiğiniz için onlara da vakit ayırmak istiyorsunuz, kendinize de vakit ayırmak istiyorsunuz, ve maddi olarak rahat bir konuma gelmek istiyorsunuz.

Bakın bu denklem, birbiri ile çatışan, çelişen bir düzine duygu ve frekansı barındırmaktadır.
1. İşi sevmiyorsunuz ama yapmanız lazım -> korku kaynaklı, zorunluluk, özgürlüğün kısıtlanması
2. Aile -> sevgi alışverişi, zaman yetmediği için sevgi alışverişinin yetersiz kalması
3. Kendiniz > ruhunuzun ihtiyaçlarını gidermek, zaman yetmediği için yeterince kendinizle ilgilenememek
4. Maddi Rahatlık -> özgürlük, güç, keyif, neşe,  güvence

1. maddenin yarattığı frekans ile 4. madde çelişir.  1 ile 4 bir arada varolamaz.
1. madde nedeniyle 2 ve 3teki ihtiyaçlarınızı zaman kısıtı nedeniyle yeterince karşılayamazsınız. 
2 ve 3 e ağırlık verirseniz, 1. maddeyi ihmalden dolayı iş yerinde huzursuzluk çıkabilir. Dolayısıyla 1-2-3 sürekli birbirlerinden zaman çalmaya çalışan aynı ipi çekiştiren çocuklar gibidir, bir arada varolamazlar.

Dolayısıyla bu 4 maddenin bir arada varolabildiği bir düzen MÜMKÜN DEĞİLDİR. 

İşinize olan sevginiz veya sevgisizliğinizin hayatınızdaki tüm bolluk seviyesini nasıl etkilediğini görebiliyor musunuz?

Arkadaşlar, insanlarımızdaki eğilim daima şu yönde olmuştur, para kaybetmemek için, daha fazla para kazanma fırsatlarını geri tepmek, ve bu fırsatları geri teptiği için esasında daha fazla para kaybetmek.

Bir arkadaşımla sohpet ediyorduk, kendisi, ücreti daha ucuz olduğu için tedavi amaçlı bir kliniğe gidiyordu, kendisine önerim, biraz daha pahalı olsa dahi, güvendiğim sonuçlarını gözümle gördüğüm diğer bir kliniğe gitmesi yönünde olmuştur. Hakikaten de, klinik tedaviyi gerçekleştiremediği için arkadaşım 1 ay boyunca hem tedaviden sonuç alamamış hem de 1 ay boyunca daha ekonomik olduğunu düşündüğü yere sürekli para akıtmıştır. E tedavi de gerçekleşmediği için başka bir kliniğe gitme zorunluluğu da doğmuştur. Sonuçta arkadaşım, ilk tavsiyeye uysaydı 1 hafta içinde minimum para harcayarak istediği sonuca ulaşabilecekken, "korku" duygusuyla, daha az para harcama niyetiyle yola çıkarak, çok daha fazla para kaybetme durumuna gelmiştir.

Hayatı akıllıca oynamıyoruz, bu basit anekdot ile hayatı sürüş şeklimiz birebir parallelik arzeder. 

İşlerimizi sevmiyoruz, ama korkuyoruz, para kaybetmemek için, aç kalmamak için devam ederken, hiç bir zaman yeterince "tok" hissedemiyoruz, bu sürede de daha fazla "zaman" kaybediyoruz ve yine de neticeye, "mutluluğa" ulaşamıyoruz. Peki bu yola en başta mutlu olmak için çıkmamış mıydık? 

Mutlu olmak için mutluluğunuzdan vazgeçmek... Arkadaşlar bu hiç akıllıca değildir.

Oyunu ne kadar yanlış oynadığımızı görebiliyor musunuz?

Sevgilerimle



Geleceği Bilmenin Sırrı

Geleceği bilmek istiyorsan, Kendini bil.  Geleceği mi bilmek istiyorsun, Dışarı çıkma, *Kendine gel!*,  Geleceği ...