25 Mayıs 2017 Perşembe

İlişki Dosyası - Hep Aldatılıyorum, Neden?



İlişki dosyamıza, herkesin aklında olduğunu bildiğim ikinci en önemli konuya geçiyoruz, özellikle kadınların dert yandığı, aldatılma problemi konusunu bu yazımızda inceliyor olacağız. 

Şimdi diyebilirsiniz, İrem, hadi herşey enerji, çekim yasası daima devrede, e iyi de hiçbir şey yapmama rağmen, tüm sevgimi, kalbimi herşeyimi partnerime vermeme rağmen, neden gün sonunda terkedilen, aldatılan, başka kadına/erkeğe tercih edilen hep ben oluyorum? İlahi adalet yok mu, ben nerede hata yaptım, kötü bir insan değilim ki? Bu sözleri ve yakınmaları o kadar sık duyuyorum ki..

Öncelikle, şunu belirtelim, evrende ödül ve ceza sistemi diye bir şey yoktur..evrende kötü veya iyi diye bir şey de yoktur, herşey nötr'dür ancak her birimiz her bir olayı kendi algımız çerçevesinde, iyi veya kötü olarak etiketleriz.  Biri için "kötü" olan, başka biri için "iyi" olarak nitelendirilebilir, biri için "ödül" olan başkası için bir "ceza" olabilir. Tüm bunlar subjektif ve insan yapımı kavramlardır, ve ilahilikle hiçbir ilgisi yoktur. Bizlerin karma olarak nitelendirdiği sistem de bir ilahi adalet sistemi değildir, karma gönderilen enerjinin kaynağına geri dönmesinden ibarettir.  Bu çerçevede geri dönen enerjinin "iyi mi" "kötü mü" olarak algılanacağı da tamamen kaynak kişiye bağlıdır.  Bu konuya birazdan döneceğim.

Şimdi, her zaman olduğu gibi ana kuralımızı hatırlatarak konuya başlamak isterim:

Evrende herşey enerjidir ve canlı cansız her varlık sürekli titreşen, devinim halinde olan frekanslardan oluşur, benzer frekanslar tıpkı bir telsiz sinyalı gibi, diğer benzer frekanslarla eşleşir. Bu kuralın hiç bir olay özelinde bir istisnası bulunmamaktadır. Zira bu bir fizik kuralıdır, ve her daim aynı şekilde işlemektedir. Hangi fizik kuralı diye soranlara, kuantum fiziğinin temellerini araştırmalarını kesinlikle öneriyorum!

Şimdi gelin bu ana kuralımızı "aldatma" konusuna uygulayalım:

Aldatma ve ihanetin genel frekans özelliği "yalan" teması etrafına şekillenir.

Yalan nedir? 

Yalan, var olanın, olduğu gibi ifade edilmediği her türlü davranışsal, duygusal, zihinsel ve sözel durumdur. 

Beyaz yalan, küçük tatlı yalan, büyük yalan diye bir şey yoktur, yalanın çeşitleri de yoktur, yalan, yalandır.

Yalan sadece sözlerle söylenmez. 

- Bir konu hakkında belli bir şekilde düşünüp, karşınızdakini kırmamak adına, bir filtre mekanizmasından geçirip başka türlü bir şekilde düşüncelerinizi ifade ettiğiniz her an yalan söylemektesiniz.

- Bir konu hakkında belli bir şekilde düşünüp, düşüncelerinizi olduğu gibi ifade edip, vefakat davranışlarınızda uyumsuz bir duruş gösterdiğiniz her an yalan söylemektesiniz.

- Bir konu hakkında belli bir şekilde hissedip, bu hislerin size fayda sağlamayacağını düşünerek, hislerinizi bastırdığınız ve ifade etmediğiniz her an yalan söylemektesiniz.

- Belli bir konu hakkında zihninizde farklı bir senaryoyu yaşatıp, bundan keyif alıp, ardından fiziksel dünyada aynı senaryoyu birilerine zarar verebileceği nedeniyle gerçekleştirmekten imtina ettiğiniz her an yalan söylemektesiniz. (Önemli not: Zihin, imge ile gerçeği birbirinden ayırt edemez, dolayısıyla zihninizde canlandığınız her senaryo frekans bazında "gerçekleşmiş" olarak kabul edilir! Evren için madde formundaki yalan ile imgesel formdaki yalan tamamen aynı ve son derece gerçektir! Bu alanda çok çeşitli deneyler de yapılmıştır, en bilinen örnek, fiziksel olarak spor yapan kişi ile, imgesinde spor yapan kişinin benzer reaksyonları göstermesidir.)

Gördüğünüz gibi, esasında birçoğumuz günlük yaşantımızda dürüst davrandığımızı zannedip, bir gün içerisinde sayısız kez yalan söylüyoruz. Yalan sadece bir başkası aleyhine gerçekleştirilen bir eylem değildir. Yalan kapsamına giren her türlü eylem, söz, duruş, davranış, duygu ve düşünce aynı zamanda içinde kendinize de İHANETİ barındırır. 

Neden mi? Siz karşınızdakine her yalan söylediğinizde, sadece karşınızdakine değil, kendi esas duygu, düşünce, istek ve duygularınızı da görmezden gelerek, bastırarak veya değiştirerek öncelikle KENDİNİZE ve ÖZÜNÜZE ihanet ediyorsunuz. 

Aldatma eylemi, yalan temasının görüldüğü suretlerden sadece biridir. Ana kuralımız neydi; evrende herşey enerjidir, benzer frekanslar benzer frekansları çeker, enerji daima kaynağına geri döner (karma).

Hayatında "iyilik yapma" ve "başkasını kırmama" adına, tamamen iyi niyetle, hayatı boyunca yalan söylemiş, bir yalanı yaşamış bir çok insanla karşılaşıyorum, bu insanlar fedakarlıklarının karşılığının "aldatma" ve "terkedilme" olması karşısında o kadar yıkılıyorlar ki! Oysa ki ne demiştik, hiçbir enerji, iyi veya kötü değildir, sadece enerjidir, ve benzer enerjiler birbirini çeker.  Dolayısıyla, her ne kadar iyi niyetle de davranıyor olsanız, her ne kadar, sizin kendi subjektif düşüncelerinize göre kimseye zarar vermemiş de olsanız, frekans olarak "yalan" frekansı ile hareket etmektesiniz, dolayısıyla bu frekansın çekeceği frekans sadece daha fazla yalan olacaktır. 

Aldatma eyleminin altında müthiş bir kaygı ve korku teması da bulunmaktadır, zira aldatma, kişiden habersiz olarak yapılan bir yalan eylemidir. Zira, hiç bir aklı başında partner, kendisinin aldatıldığını açık ve seçik olarak bildiren bir insanla beraber olmak istemez, bu nedenle kişiler, mevcut partnerlerini kaybetmemek adına, onlardan habersiz olarak başka bir kişi ile beraber olmayı tercih ederler. Bu nedenle, aldatma eyleminin altındaki diğer bir frekans kayıp korkusudur. "Ne yardan, ne serden!" sözü tam da bu kişiler için söylenmiştir. 

Peki bizler, beyaz yalan olsun, başka tür bir yalan olsun, neden böyle bir eyleme girişiyoruz? Tam da aldatma ile aynı sebepten, bir başkasını kırmamak ama daha da önemlisi, karşımızdakini kaybetmemek! Yalan söylemenin altındaki en temel duygu "korkudur" ve genellikle bu korku "kayıp korkusudur".

Bir çok aldatılan kadınla görüşmem sonucunda, her ne kadar hiçbiri partnerlerini fiziksel olarak aldatmamış olsa da, öncelikle istisnasız hepsi, bahsettiğim şekilde "fedakarlık" ve "iyilik" temaları altında daima en başta kendilerine daha sonra da partnerlerine yalan söylemiş bulunmaktadır, bir başka durum ise, her ne kadar yine fiziksel olarak bir aldatma meydana gelmemiş olsa da, bu kişiler duygu ve düşüncelerinde partnerlerini sayısız kez aldatmışlardır.  Yoğun bir şekilde "yalan" frekansı yayan bir kişinin, karşısından dürüstlük beklemesi mantıksızdır, biraz önce de dediğim şekilde, fiziksel aldatma, yalanın suretlerinden sadece biridir, evren için fiziksel aldatma ile sözel, davranışsal, duygusal ve zihinsel yalan arasında herhangi bir fark bulunmamaktadır, hepsi aynı frekansın suretleridir. Kendi duygu, düşüncelerini ve hatta hayallerini gözardı ederek, herşey iyiymiş gibi yaşayan, davranan, kendini bu şekilde yansıtan herkes hem kendini hem de karşısındakini aldatmaktadır. Bu frekansa yoğun olarak sahip olan kişilerin, aldatmaya meyilli insanları hayatlarına çekmesi ve ardından da aldatılmaları çekim yasasının adeta bir kanıtıdır, zira benzer frekanslar daima benzer frekansları çeker.

Eğer, aldatılmışsanız, benzer yalan temaları ile karşılaşmışsanız, evet, öncelikle, kendinizi irdelemeniz, kendinize ve başkalarına karşı ne kadar dürüst olduğunuzu objektif bir şekilde değerlendirmeniz gerekir. Acaba bugüne dek, kaybetme korkusu ile kaç kişiye yalan söylediniz, yani aldattınız?

Bu döngüden çıkmak istiyorsanız, bir an önce, kayıp korkunuzu gidererek, hem kendinize, hem de karşınızdakine tamamen şeffaf ve dürüst olmayı öğrenmeniz gerekir. Her ne kadar karşınızdakini kırmamak adına bazı gerçekleri değiştirerek karşınızdakine sunuyor olsanız da, bu karşınızdakini aldatmaktır, ondan gerçekleri saklamaktır. Yalan söyleme alışkanlığınızı lütfen bu prensip çerçevesinde değerlendirin. 

Gelelim ilahi adalet meselesine, siz kendinize yalan söyleyerek zaten bir karma oluşturmuş oluyorsunuz, aldatılma olayı ise bu karmanın karşılığı, yani enerjinin kaynağına geri dönmesi. Ardından, aldatılan kişi, karşısındakinin ilahi adaletle cezalandırılmasını bekliyor, evet o kişinin eylemi de kaynağına geri dönecektir, ancak bunun hangi surette geri döneceğini bilemeyiz, örneğin sizi aldatan kişi hayatı boyunca muhteşem bir ilişkiye sahip olabilir, ancak bu kişi iş hayatında "kazık" yiyebilir, yalan temasının görüleceği suretler çok farklı görünümlere ortaya çıkabilir. Ancak şunu daima hatırlayın:

Aldatılan kişi mutlaka aldatmıştır, aldatan kişi ise mutlaka aldatılır.

Taa ki taraflar içinde bulundukları döngünün farkına varana kadar, kısacası siz her ne kadar ilahi adalet tek taraflı işliyor zannetseniz de, karma esasında iki taraflı olarak işlemiş bulunmaktadır. Hiçbir şey durup dururken sizin güzel başınıza gelmemiştir.

Aldatma, fiziksel olarak partnerinizi aldatmak şeklinde gerçekleşebileceği gibi, kendi hayallerinizi yaşamamak, fedakarlık ve iyilik sureti altında esas düşüncelerinizi gözardı etmek gibi çok farklı suretlerde vuku bulabilir.

Aldatılmak bir kader, şans, talih işi değildir, herşeyde olduğu gibi tamamen ve doğrudan sizin öz enerjinizle ilgilidir, en başta kendi duygu, düşüncelerine ve isteklerine saygı gösteren bir kişinin, aynı şekilde karşı taraftan da dürüstlük ve saygıdan başka bir davranış biçimi görmesi imkansızdır.

Kaybetmekten korkarak hareket ettiğiniz her an, her ne kadar dünyanın en büyük iyiliklerini, fedakarlıklarını da yapmış olsanız, kaybetme korkusu sadece, adı üstünde kaybetmeyi beraberinde getirir. Bu nedenle, sonuçlarından korkmadan, en başta kendi duygu düşüncelerinize saygı göstererek ardından da karşınızdaki kişilere saygı göstererek, daima dürüst olmayı prensip haline getirin.

Dürüstlük sevginin en güzel formlarından biridir, iyi niyet sureti altında söylenen yalan, kesinlikle içinde sevgi frekansını barındırmaz, olsa olsa, acıma, sempati, kaybetme korkusu gibi düşük frekanslı duyguları içinde barındırır. 

Yarın sizler için tertemiz, şeffaf, yalandan uzak, dürüst bir sayfa olsun=)

Sevgilerimle


Birebir ilişki terapisi talepleriniz için fitsoulfitmind@gmail.com adresine yazabilirsiniz.

19 Mayıs 2017 Cuma

- İlişki Dosyası - Neden Hep Yalnızım?




Herkese merhaba,

Bugün, danışanlarım ve sizlerden en çok gelen sorulara yönelik bir paylaşımda bulunmak istiyorum. En çok soru aldığım alan ilişkiler, bakalım ilişki alanında hangi sorunlarla karşılaşıyoruz, ve bu sorunların üstesinden gelmek için neler yapmamız gerek. İlk konumuz bekarlar ve ilişki isteyip de bir türlü aradığı ilişkiyi bulamayanlar hakkında olacak =)

1. Aradığım insanı bir türlü bulamıyorum, yıllardır yalnızım, sanki tüm bekarlar yerin dibine girdi. 

  Sorununuzun Fiziksel Özelliklerinizle Hiçbir İlgisi Yok

İlk sorumuz, yıllardır bir ilişki isteyip de aradığı insanı bulamayan grubumuza ait. Öncelikle belirtmek istediğim çok önemli bir nokta var,  fiziksel özelliklerinizin bir ilişki bulmak veya bulmamakla hiçbir ilgisi yok!  İnanın bugüne dek bu sorunu yaşayan bir çok kişiyle karşılaştım, ve bu kişiler arasında dünya güzeli/dünya yakışıklısı, varlıklısı, eğitimlisi, kısacası her kesimden ve nice fiziksel özelliklere sahip kişiler de bulunuyor, hatta bir oranlama yapmak gerekirsek, size anlamlı bir oran veremeyeceğimi söylemek durumundayım, zira ben şahsen, ilişki ile fiziksel özellikler arasında anlamlı bir bağ kuramayacağım kadar farklı insanla çalışma imkanı elde ettim.  "Allah insana çirkin şansı versin" diye bir sözümüz vardır, bakın bu söz şu anlamda çok doğrudur, her ne kadar hiçbir insanın "çirkin" olduğuna inanmasam da, objektif olarak baktığımızda elbette birileri birilerinden daha estetik görünebiliyor, "çirkin" olarak tabir edilen bir çok kişinin yanında nice güzeller/yakışıklılar görüyoruz, sadece bu durum bile, konumuzun fiziksel özelliklerle hiçbir ilgisi bulunmadığına işaret ediyor.

Bu nedenle, kafanızın içini ve düşüncelerinizi güzelleştirmeksizin, sadece fiziksel olarak kendinizi güzelleştirerek, bir ilişki bulabileceğinizi düşünmeyin, evet belki karşı cins tarafından ilk aşamada daha fazla ilgi görebilirsiniz ama bu sizin doğru bir ilişki bulacağınızı kesinlikle garanti etmez. 

Şimdi size bir sır vereyim, güzellik görecelidir ve görenin gözündedir. Bu sözün altında yatan derin bir mana vardır. Hepimiz aşk oldu mu, partnerimizi güzel gözlerle görürüz, ancak bu söz sadece bu durumu ifade etmemektedir.  

Bu sözün anlamı şudur: İnsanlar hissettikleri oranda güzeldir!

Hepimiz, ilk bakışta hiç beğenmediğimiz ama bir 5 dakika sohbetin ardından gözümüze inanılmaz çekici gelmeye başlayan insanları tanımışızdır, benzer şekilde, çevresinin "çok çekici" olarak tabir ettiği kişilere bakıp da herhangi bir çekicilik göremediğimiz ama bizzat tanıştığımızda çok etkilendiğimiz kişiler olmuştur. Bu kişileri aynı zamanda "karizmatik" olarak nitelendiririz.

Karizma kelimesinin bir çok dildeki kullanımı aynı olup, tam olarak tarif edilmesi zor bir kelimedir, bu nedenle, bu kelime, ışık, güzel davranış, büyü, hoş etki, zarafet gibi diğer kelimelerle tanımlanmaktadır. Karizmatik insanlar için genel olarak, "ortama girince baktıran", "ortamı aydınlatan", "çekici bir havası olan" şeklinde tabirler kullanılır. Sizlerin de farkedebileceği gibi, "karizma" tamamen kişinin etrafına yaydığı enerji ile ilgili olup, karizmanın dış özellikler yani fiziksel özelliklerle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. 

Ünlülerden örnek vermemiz gerekirse, Cem Yılmaz, Okan Bayülgen, Meryl Streep, Barbara Streisand, Al Pacino, Sarah Jessica Parker gibi kişileri sayabiliriz. Hepimiz estetik anlamında bu kişilerin altın orana sahip olmadığı konusunda sanırım hemfikiriz, ancak bu kişiler karizmaları ile hepimizin gözüne birer Tanrı/Tanrıça gibi görünmektedirler. Bu durumun tek bir sebebi vardır; ÖZGÜVEN...

Bu kişiler fiziksel özellikleri ile son derece barışık, hiçbir estetik müdahale ile kendisini değiştirmemiş, herkes tarafından beğenilen, istenilen, çekici bulunan kişilerdir. Zira bu kişilerin, kendileri hakkındaki düşünceleri de tam olarak bu yöndedir, herşeyden önce kendilerini oldukları gibi kabul edip, sevmektedirler.  

Evrende herşey enerjidir, herkesin dış dünyaya yaydığı bir frekans bulunmaktadır,  kendine güvenen, kendini beğenen, kendini seven insanın dış dünyaya yaydığı frekans "güzellik ve çekicilik" frekansıdır, karşı taraf siz hangi enerjiyi yayıyor iseniz o enerjiyi "tercüme" ederek size geri bildirim verir. Kendisini güzel ve çekici bulan, kendisini olduğu gibi sevebilen bir kişinin Aurası, yani manyetik alanı geniştir ve parlaktır, her ne kadar bir çoğunuz bu alanı göremese de, "ışıl ışıl", "ortamı aydınlatıyor" gibi geri bildirimler, bu kişilerin Aurasını hissetmenizden kaynaklıdır. Her birimiz bir diğerini şahsi filtrelerinden geçirerek görür, dolayısıyla, biz kendimizi nasıl yansıtırsak, karşı taraf da sizi o şekilde görecektir. Etrafınızda estetik anlamda gerçekten çok güzel kimseler de bulunabilir, eğer bu kimseler kendilerini olduğu gibi sevmiyorsa, "ağzını açtığı anda büyüsü kaçıyor" gibi geri bildirimleri duymanız ve sarfetmeniz çok olasıdır. 

Dolayısıyla birinci kuralımız, kendinizi olduğunuz gibi beğenmeniz, sevmeniz ve kabul etmenizdir. Herkesin ama herkesin en az bir fiziksel özelliği kesinlikle güzeldir. Siz bunu şu an için görmüyor olabilirsiniz, çünkü kendini beğenmeyen kişiler, beğenmedikleri özelliklerine ve daima da kusurlu buldukları özellikleri üzerine odaklanırlar. 

Oysa yapılması gereken çalışma şudur:  Aynanın karşısına geçin, bu defa güzel bulduğunuz bir özelliğinizi keşfedin. Bu özellik, tırnaklarınızdan tutun, kirpiklerinize kadar herhangi bir fiziksel özelliğiniz olabilir. O özelliğinizi bulun, ve ona uzun uzun ayna karşısında odaklanın, onu sevin, beğenin, iltifat edin ve onu ortaya çıkarın. Bu çalışmayı her bir farklı özelliğiniz için 1 hafta tekrarlayın, kısa zamanda, muhteşem bir şey olacak ve bu özelliğiniz hakkında dış dünyadan da geri bildirim almaya başlayacaksınız. Bunu mutlaka deneyin, yanılmadığımı göreceksiniz.  Ardından, başka bir özelliğiniz ile yola devam edin, ve bu süreci bu şekilde geliştirin. 

İlaveten, kendinize bakmanız, spor yapmanız, giyiminize özen göstermeniz, tüm evrene kendinize ne kadar değer verdiğinizi gösterir, bu nedenle bakımlı olmayı da alışkanlık haline getirin. Kendisi ile ilgilenmeyen bir kimse, kendine değer vermeyen kimsedir!

2. Hiç Kimseyle Karşılaşmıyorum, Çevrem de Belli, Benim Biriyle Tanışmama İmkan Yok!

Yine ana kuralımızı tekrar ederek başlamak istiyorum; evrende herşey enerjidir.  İnançlarınız uzun süre inandığınız düşüncelerden ibarettir, gerçekler ise uzun süre bilinçaltınızda tuttuğunuz düşüncelerinizden ibarettir.  Yukarıda yazdığım başlık bir inançtır, ve siz bu inanca sahip olduğunuz sürece, gerçeğiniz de bu inanca uygun olarak vuku bulacaktır, başka bir ifade ile bu düşünceye inanan kişinin gerçekten de hayat boyu hiçbir kimse ile tanışmaması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.  Bu inanca sahip bir danışanımla yaptığımız bir çalışmada, eğer inanırsa gökten düşmüşcesine doğru insanla karşılaşabileceği yönünde  bir bilinçaltı çalışması gerçekleştirdik. Bu kişi, kısa bir süre içerisinde, yolda yürürken, oturduğu cafede, metroda, kısacası, hayatına devam ettiği her türlü alanda öncelikle ilgi çekmeye ardından da oldukça doğal bir süreç içerisinde bir çok kişiyle tanışmaya başladı. 

Şöyle düşünün, birine ulaşmanız için bu devirde o kişiyle artık fiziksel olarak buluşmanıza gerek yok, bir telefon ile o kişiye ulaşabiliyorsunuz ve bunu "sinyaller" sağlıyor.  Siz de tıpkı bir telefon gibi sürekli etrafınıza bir sinyal yayıyorsunuz, yaydığınız sinyal "kimse yok" yönünde olduğu takdirde, kendinizi adeta bir görünmezlik kılıfı ardına saklıyor ve gerçekten de ne siz birilerini görüyorsunuz ne de birileri sizi görüyor, bu durumu telefonunuzu uçak moduna almaya benzetebiliriz. Bir de telefonunuzun veri paylaşımı ayarını açtığınızı düşünün, yakındaki tüm telefonlar sizin sinyallerinizi alacaktır, kısacası veri paylaşımı açık olan tüm telefonlar sizin telefonunuzu "görebilecek" ve dilerseniz eşleşebilecektir. 

Bizlerin frekanslarının çalışma prensibi, telefonların çalışma prensibinden hiç de farklı değildir. Bu nedenle, söz ve düşünceleriniz aracılığıyla yaydığınız sinyallere dikkat etmeniz gerekir. 

Şimdi sizlere herkesin rahatlıkla kullanabileceği bir olumlama veriyorum, her ne kadar olumlamaların tam olarak işlemesi için, kişinin bilinçaltı kodlarına uygun olacak şekilde münhasır olarak tasarlanmaları gerekse de, aşağıda yazdığım olumlama son derece yumuşak ve herkes için olumlu etkisi olacak bir olumlamadır. Bu olumlamayı en az 45 gün her gün aksatmadan, sabah uyandığınızda ve akşam yatmadan evvel en az 5 dakika, gün içerisinde de aklınıza geldikçe hissederek içinizden tekrarlamanızı öneriyorum, dilerseniz, ve hatta tavsiyem, bir deftere bu olumlamaları sabah ve akşam olmak üzere 15'er kez yazarak da tekrarlamanızdır. 

"Bana en uygun, karşılıklı aşk, sevgimızı paylaşarak birlikte büyüyeceğimiz hayat arkadaşım (veya sevgili, veya eş, veya yoldaş buraya dilediğiniz sıfatı ekleyebilirsiniz) her dakika biraz daha bana yaklaşıyor"

Bu olumlamayı tekrarlarken, içinizden "nasıl olacak o iş" gibi dirence sebebiyet veren olumsuz düşünceler ile karşılaşırsanız, hemen içinizden şunu tekrarlayın "nasıl olacağını bilmiyorum ve bilmem de gerekmiyor, ama bir şekilde olacağını biliyorum".

Olumlamanız ile birlikte, yine büyük bir şevkle tavsiye ettiğim başka bir yöntem ise, meditasyon uygulamalarıdır.  Günde en az 15 dakika rahatsız edilmeyeceğiniz bir ortamda, meditasyon yapın, meditasyon esnasında, kalp bölgenizden dışa doğru yayılan pespembe bir enerji imgeleyin. Bazılarınızın bildiği gibi, her birimizin Aura dediğimiz şahsına münhasır bir elektromanyetik alanı mevcuttur, kalp çakrası duyguları ve ilişkileri yöneten enerji merkezimizdir, ve mutlu bir ilişki içerisinde olan kişilerin kalp çakrasından dışarı doğru pembe bir frekans yayılır ve bu frekans kişilerin Auralarında görülebilir, işte esasen, tam da bu frekans size sevgi ve aşkı getiren frekanstır, bu nedenle, bahsettiğim meditasyon çalışmasının da hayatınıza bol bol sevgi ve aşk getireceğinden emin olabilirsiniz.

3. Kendi Üzerinizde Çalışmak  ve Rezonans Kanunu 

Gelelim canınızı azıcık sıkacak en önemli konuya, Rezonans Kanunu uyarınca, hayatınıza çektiğiniz herkes, her ne kadar "olumsuz" deneyimleri de beraberinde getirmiş olsa da, sizin frekansınıza eş kimselerden oluşur. Bu konuyu detaylı olarak bir sonraki yazımızda inceleyeceğiz.

Bu nedenle, hayatınızda deneyimlemek istediğiniz mükemmel ilişkiye hazır olmanız hayatsal bir önem taşımaktadır. Elbette her birimiz, "beyaz atlı prens" ve "prensesler" ile birlikte olmayı tercih ederiz. Elbette her birimiz, dürüst, aklı başında, sevgi dolu, şefkatli, saygılı kimseleri hayatımızda isteriz.. Peki biz bu kişileri isterken, kendimizin olumlu ve olumsuz özelliklerinin farkında mıyız? Eşinizde aradığınız her özelliğin sizde de olması en önemli koşuldur. Bu nedenle, öncelikle, beraber olmak istediğiniz kişilerin özelliklerini sıralayın, ardından bu özelliklerin hangileri sizde var, hangileri eksik dürüst bir değerlendirmeye gidin ve eksik kaldığınız yönlerinizi tamamlamak hususunda ciddi ve istikrarlı bir şekilde çalışın. Bu çalışmanın ilişkiler alanında hayatsal bir önemi mevcuttur, zira rezonans kanunu uyarınca, iki insanın arasındaki çekim sadece ve sadece frekansları birbirine uyumlu ise mümkün olabilir. Bu nedenle yüksek hayalleriniz var ise,  öncelikle kendinizi o hayale yakışır şekilde geliştirmeniz gereklidir.

4. Korku ile Barışmak

Yine bir sonraki yazılarımızda detaylı olarak inceleyeceğimiz bir başka konu, korkularımız ile barışma meselesidir. Yalnızlığından memnun olmayan vefakat aradığı ilişkiyi bir türlü bulamayan kişilerin genel olarak en büyük korkusu, biraz geçmiş tecrübelerinden, biraz da belki de yeterli tecrübe sahibi olamamalarından ötürü, acı çekmek, ilişki yönetimi, ve kalp kırıklığı gibi korkularıdır. 

Bu korkular egodan gelir, ego bir daha aynı şekilde acı çekmemek üzere sizi ilişki frekansından uzaklaştırır, siz her ne kadar uyanık bilincinizle bir ilişki istemek yönünde ısrarlı olsanız da, derinlerde acı çekme korkusu yaşıyorsanız, ilişki olasılıklarını farkında olmadan kendinizden itersiniz. 

İlişkilerin kumara benzeyen doğası, belirsizliği, nasıl şekil alacağı gibi hususlar birçok kişide kaygı ve korku duygusu yaratır, ancak unutmayın ki, korktuğunuz şey daima başınıza gelir. Kaygı ve korku duyguları asla ve asla sizi egonuzun belirttiği şekilde hasar almaktan koruyamaz, kaygı ve korku duygularının işe yaradığı, kullanışlı olduğu hiçbir alan bulunmamaktadır. Bu cümlem size biraz iddialı gelebilir, ancak bunun da sebebi yine egodur! Kaygı ve korku işe yaramaz duygulardır, dolayısıyla bu duygulara tutunmanız, size herhangi bir menfaat sağlamaz, herhangi bir menfaat sağlamadığı gibi, baskın duygularınızın korku ve kaygı olması halinde, evrene yaydığınız frekans da kaygı ve korku odaklı olacak ve hayatınıza çekeceğiniz olay, kişi ve deneyimler de daha fazla kaygı ve korku duygusu üretecek olay, kişi ve deneyimlerden oluşacaktır.

Bu nedenle, cesaretinizi toplayıp, hodri meydan! diyerek, acı çekme olasılığı ile barışmanız ve bu duygunuzu sahiplenmeniz gerekir.  Bunu da hiçbir acının baki kalmadığını, zamanın herşeyin ilacı olduğunu, her acının üstesinden gelebilecek kuvvette biri olduğunuzu kendinize hatırlatarak başarabilirsiniz. Bir danışanım, ilişkiler konusunda o kadar cesurdu ki, sürekli "aman canım en fazla 3-5 ay ağlarım, nasılsa geçecek"  diyerek, kalbinin kırılması olasılığı karşısında, tüm korkuları ile yüzleşmiş, ve bu duygunun kendisini alt edemeyeceğine kendisini inandırmıştı, işin güzel ve ironik kısmı ise, kendi duygusal kuvvetine inanan kişinin, kalbinin kırılmasına neden olacak olay ve deneyimleri çoğunlukla hayatına çekmemesi ve yaşamamasıdır! Kendi kuvvetinize inanmadan, herhangi bir ilişki içerisinde sağlam durabilmeniz mümkün olmayacaktır, kendinize inanın, güvenin, her ne olursa olsun, başka bir kimsenin sizi yerle bir edemeyeceğini bilin. 

İlişki arayan kişilerin başka bir temel korkusu ise "yalnız kalmaktır". Yalnız kalmaktan korkan herkes, bugüne dek gerçekten de genellike yalnızlık deneyimini yaşamıştır ve yaşamaktadır. Yine biraz önce bahsettiğim prensibe uygun olarak, bu korkunuzun size hiçbir faydası olmayacağını tekrarlamak isterim.  Kendi varlığı ile baş başa kalmayı sevmeyen, ve bir bütün olmak için, başka birinin varlığına ihtiyaç duyan kimsenin, öncelikle gerçek bir sevgi deneyimi yaşaması imkansızdır, bu kişiler sevgi deneyiminden ziyade bir alış-veriş denklemi içerisine girmektedirler.  Bizler bir her birimiz eşsiz, tam, eksiksiz ve bütün bireyler olarak, bir başkasına, bizi tamamlamaları hususunda bir sorumluluk vermiyor ve yük olmuyor olmalıyız. Bu yük, kişilere zaman içerisinde ağır gelir, ve çoğu zaman neden yaptıklarını dahi bilmeden sizlerden uzaklaşmaya başlarlar. Bu nedenle, öncelikle yalnız kalma durumu ile barışık olmanız gereklidir. Başka bir ifade ile, mevcut benliğiniz ve hayatınızı sevmeyi öğrenmeden, başka birinin hayatına sevgi verebileceğinizi düşünmemeli ve kendinizi ve hayatınızı öncelikle olduğu gibi sevmeyi öğrenmelisiniz.

Bu aslında sandığınız kadar zor bir çalışma da değil, insanoğlu daima kötü ve olumsuzu görmeye programlanmıştır, nasıl ki spor yaparken güçsüz kaslarımızı güçlendiriyoruz, aynı şekilde bakış açısı kaslarımızı da düzenli bir çalışma ile genişletebiliriz.  Daima kötüyü ve olumsuzu görmeye programlı zihni olumlu olanı "bulmaya" yönlendirirseniz, zihin bu defa bu emrinize uyarak, olumlu olan unsurları bir bir görmenizi sağlayacak şekilde çalışmaya başlayacaktır. Bakış açılarınızı esnetmek üzere önerdiğim çalışma şükür çalışmasıdır,  her gün hayatınız ve kendinizle ilgili şükrettiğiniz en az 3 unsur arayın ve bunları not edin, bunu bir dedektifçilik oyunu gibi bile düşünebilirsiniz, birçok kişi ilk 3-5 gün bu unsurları bulmakta zorlanmaz, ardından da, hayatlarında teşekkür edecek hiçbir şey kalmadığını iddia ederler, işte burada artık sizin teşekkür edecek unsurları aramaya başlamanız gerekir, işte tam da bu aşamada zihin, kaslarını çalıştırmaya başlar.

Yalnızların başka bir problemi ise, çocuk yaşta, özellikle ebeveynleri ve yakın çevreleri arasındaki ilişkilerde yaşanan olumsuzlukları görmeleri nedeniyle, tüm ilişkilerin acı getirdiği yönünde, farkında olmadan edindikleri bilinçaltı kodlarıdır. Bu nedenledir ki, birçok boşanmış anne-babanın çocukları ilişki kurmakta zorlanırlar. ancak buradaki en önemli nokta şudur, ister ebeveynleriniz ilişkilerinde sorun veya ayrılık yaşamış olsun, ister çevrenizde tek bir mutlu ilişki olmasın, başka hayat deneyimleri ile sizin yaşayacağınız hayat deneyimlerinin birbirleri ile ilgisi yoktur! Arada farketmeden, zihninizde tüm ilişkilerin yalan-dolan ve mutsuzluk getireceğine dair düşünceler yakalıyorsanız, bilin ki, bu yönde ufakken edinmiş olduğunuz veya uzun bir zaman içerisinde bilinçaltınıza kod olarak girdiğiniz ve egonuzun sizi korumak yönünde geliştirdiği savunma mekanizmasından doğan yanlış düşünceleriniz mevcut. Bu kodları, bahsi geçen olumsuz düşünceler ile karşılaştığınızda "Diğerlerinin seçimleri ile benim seçimlerim farklı, herkesin hayat yolu kendine aittir, bir kişi dahi mutlu bir ilişki yaşayabiliyorsa, ben de yaşayabilirim" şeklinde kuracağınız cümleler aracılığıyla telkin yolu ile zaman içerisinde bertaraf edebilirsiniz. Buradaki başka bir önemli husus ise, egoya mutlu bir ilişkiye sahip kişileri referans/örnek göstererek, size sunduğu savın yanlış olduğunu "kanıtlamanız". Arayın, bulacaksınız...


Her ne kadar, ilişki problemi yaşayan herkese aynı "reçete" ile şifa en etkin şekilde sağlanamasa da yukarıda yazdığım öneriler düzenli yapıldığında mutlaka ama mutlaka öz frekansınızı oldukça yükseltecek ve hayatınıza kesinlikle güzellikleri çekmeye başlayacaktır. 

Bireysel ilişki terapisi ve koçluğu hakkında bilgi ve talepleriniz için fitsoulfitmind@gmail.com'a yazabilirsiniz.

Sevgilerimle




8 Mayıs 2017 Pazartesi

Hıdırellez'in Ezoterik Çerçevedeki Çalışma Prensibi




Herkese merhaba, 

Bu yazıyı maalesef biraz gecikmeli yazabiliyorum, ancak merak etmeyin, biraz sonra anlatacaklarım ile birlikte hiçbir şey için geç kalmadığınızı anlayacaksınız.

Hıdırellez, ülkemizde, din, dil, ırk, kültür farketmeksizin, kimimizin inarak, kimimizin ise sadece eğlencesine dileklerini sembollerle ifade ederek, Hazreti Hızır Aleyhisselam aracılığıyla gerçekleşmesi için Yaradan'a niyetlerimizi sunduğumuz günlerden biri. Elbette, Hıdırellez'in bir çok kültür için başka anlamları da var, ancak yazımızın konusu bu olmadığı için, bu günün odağımız çerçevesindeki anlamları üzerine tartışıyor olacağım. 

Hıdırellez'de dileklerimizin gerçekleşmesi adına izlememiz gereken bir prosedür bulunur, bu prosedür yine topluluklar arası ufak tefek değişiklikler göstermekle birlikte, tüm prosedürlerin ortak noktaları şunlardır:

1. Dileklerin sembollerle ifade edilmesi (çizim, resim, işaret)
2. Kağıda çizilen dileklerin, gül ağacına asılması veya toprağa gönülmesi (toprak ana ve rüzgar elementlerinin kullanılması)
3. Ateşten atlama (ateş elementinin kullanılması)
4. Kağıdın akan suya bırakılması (su elementinin kullanıllması)
5. Talebinizin gerçekleşmesi adına ihtiyacı olan bir kimseye bozuk para verilmesi (alma-verme dengesinin sağlanması)

Okült tarihçesiyle sanırım çok azınız ilgilenme fırsatı bulmuştur, bu konu ile oldukça içli dışlı biri olarak,  bu gibi prosedürlerin izlendiği tüm ritüellerin dayanağının yerli halklar olduğunu söylemeliyim. Bu yolu takip eden kişiler, doğa anaya, elementlere, evrenin çalışma mekanizmasına son derece saygı duyan ve sanıldığı gibi bu unsurlara tapınmayan ancak önemini bilen ve onların gücünü kullanmayı bilen kişilerden oluşur. Geleneksel anlamıyla bu yolu takip eden kişilerin hiçbiri "putperest" değildir. Bu konunun anlaşılması çok önemli. Doğanın ve evrenin görünmez gücünü tanıyıp, bilip, onlara saygı duyup, kullanmak ile, herhangi bir mantık olmadan herhangi bir sembole tapınmak arasında dağlar kadar fark vardır. Bahsettiğimiz topluluklar cahil değil, tam tersi, teknolojik çağda, iyice uzaklaştığımız Kaynak ve Kaynağa dair tüm güçleri (ki buna doğa da dahildir) tanıyan, bilen ve onlardan faydalanan kimselerdir. Bu anlamda bu kişiler sadece beden ve zihinden oluşmadıklarını ve evrenin tüm güçlerinin onların birer yardımcısı olduğunu bilirler.

Bu konuyu netleştirdiysek gelelim Hıdırellez'in çalışma prensibine. Her ne kadar kutsal kitaplar çerçevesinde anlatılan metaforik hikayeler başka türlü bir anlatı yolu tercih etmiş olsa da, bu anlatıların "metaforik" olduğu yani olayları "olduğu gibi" yansıtmadığını ve deşifre edilmeleri gerektiğini aklımızda tutmalıyız. 

Evrende herşey enerjidir, enerjiden oluşur, insanın en küçük birimi de titreşen enerjilerden oluşur, cansız bir varlığın da özü titreşen enerjilerden oluşur. Enerji yok olmaz, ancak yönlendirilebilir, dönüştürülebilir, ve faz değiştirerek elle tutulur bir forma sokulabilir. Bu kısım bilimsel bir gerçektir.  Hıdırellez, bu sistematiği bir ritüel olarak benimsemiş bir gelenektir. 

1. Hıdırellez'de izlenen yolda, öncelikle sizden dileğinizin sembollerle ifade edilmesi beklenir. Peki neden satır satır yazmıyoruz da, dileklerimizi sembollerle ifade ediyoruz?

Burada da çekim yasası prensipleri devreye girer.  Çekim Yasası'nın ana prensibi dileğinizi niyet olarak ortaya koyarken, tüm odağınızı, o isteğe kanalize etmektir, niyetinizi sadece yazı veya sembolle ifade etmeniz de yetmez, aynı zamanda niyetiniz gerçekleştiği zaman girmeyi beklediğiniz duygu durumunu da hissedebilmeniz gerekir, zira evren sözcüklerden ziyade "duygularınızı" tercüme eder.  Bir çizim yaparken veya niyetinizi temsil eden bir sembol hazırlarken, ister istemez, tüm odağınızı, enerjinizi, yaratıcılığınızı, o sembole dökersiniz, sembolü başka türlü isteseniz de oluşturamazsınız. O sembolü hazırladığınız kısacık sürede tüm odağınız, tüm duygularınız, tüm yetenek ve yaratıcılığınız niyetiniz üzerine odaklanır. Bir dileğin gerçekleşmesi için gereken süre ise yaklaşık 17 saniyedir. 17 saniye boyunca tüm benliğinizi aynı niyet üzerine, egonuzu devre dışı bırakarak, odaklayabildiğiniz zaman, dileğiniz bir enerji tohumu olarak yaratılmış olur. 

İlaveten, örneğin aşk duygusunu bir sözcükle ifade ederseniz, kullandığınız dil sadece belli bir topluluk tarafından kullanıldığı için, o kelimeye kanalize edilen olumlu enerji de belli bir topluluğun gücünü içinde barındırır. El, elden üstündür; bir elin nesi var iki elin sesi var gibi atasözlerimiz birlikten kuvvet doğduğunu, bir bireyin odağının birçok birey ile birlikte çok daha faydalı ve kuvvetli olacağını belirten sözlerimizdir. Aynı şey her türlü enerji çalışması için de geçerlidir. Bir kişinin belli bir konu üzerinde meditasyon yapması ile bir topluluğun belli bir konu üzerinde meditasyon yapmasının kuvveti aynı değildir. İşte tam da bu mantıkla, dünya barışı için "toplu meditasyonlar" düzenlenmektedir.  

Toplumların kelimelere ve sembollere atfettiği kodlamalar, düşündüğünüzden çok daha önemli bir etkiye sahiptir.  Bu nedenle "aşk" sözcüğüne atfedilen duygu, sadece aşk sözcüğünün anlamını bilen, anlayan ve kullanan kimselerin atfettiği oranda enerjisel bir gücü içinde barındırır. Aşk sözcüğünün yerine kullanılabilen kalp sembolü ise, bugün dünyanın her kesiminde dil, din, kültür, eğitim seviyesi, ırk farketmeksizin herkes için aynı anlamı barındıran ve herkesin aynı enerjisel atfı yaptığı bir semboldür, bu çerçevede de, kalp sembolünün taşıdığı enerjisel güç, aşk sözcüğünün taşıdığı enerjisel güçten daha fazladır. Bu duruma kollektif bilinçaltı kodları da denmektedir. 

2. Sembolleri kağıdımıza yerleştirdikten sonra neden öncelikle toprağa gömüyor veya ağaca asıyoruz?

Çekim Yasası prensiplerine göre, ki bu yasa bir yeni çağ öğretisi değil kadim bir bilgeliktir,  kutsal kaynaktan aldığınız yaratıcı gücü dünyasal boyuta köklemediğiniz zaman, dileğiniz elle tutulur gözle görülür bir forma kavuşamaz, yani yaratılamaz ve salt bir düşünce formu, titreşimi olarak kalır. Bu nedenle, düşünce formunuzun dünyada yaratılması, karşınıza çıkması, kısacası gerçekliğiniz olması için o düşünceyi topraklamanız gerekir.  İngilizce'de bir söz vardır "as above, so below" ("yukarıda ne varsa, aşağıda da o vardır"), bu prensip ruhsal zekamızı kullanmakla beraber, dünyevi olandan da uzaklaşmamamız gerektiğini çok güzel bir şekilde ifade eder.  Toprak elementinin yaratıcı, doğurgan ve besleyici bir enerjisi vardır, siz ruhsal zekanızla bir düşünce tohumu yarattığınız ve bu tohumu toprağa ektiğiniz zaman yeşereceği yer yine dünyadır.

3. Dileğimizi gül ağacına astıktan veya toprağa gömdükten sonra neden gün doğumunda akan bir suya bırakıyoruz?

Dileğinizi "toprağa ektikten sonra", gün doğumunda alarak, akan bir suya bırakmamız önerilir. Akan su temizliktir, arındırıcıdır ve niyetlerinizi bir sünger gibi emer. Aynı görevi kristaller de görür.  Gün doğumları, yeni başlangıçları temsil eder, bu nedenle yeni bir sabaha uyandığınızda niyetinizi, size geri getirmesi için temiz bir sudan faydalanırız.  Burada önemli olan nokta, dileğinizi kirli bir suya hele hele tuvaletin içine atmamanız gerektiğidir, bu gibi su birikintileri toksin ve olumsuz enerjileri içinde barındırır ve bu suların temizlenme olanağı da kapalı kaynak olmalarından dolayı zordur. 

4. Kimi topluluklar aynı zamanda ateşten de atlıyor bunun nedeni nedir?

Ateşin de su gibi arındırıcı bir özelliği olması ile birlikte, ateş aynı zamanda yapım, yıkım ve yaratıcı gücü temsil eden son derece kuvvetli bir enerjidir.  Bu nedenle, niyet çalışmalarında gerek bir unsuru ortadan kaldırmak gerekse yaratmak için ateşten de sıklıkla faydalanılır.

5. Rituel tamamlandıktan sonra neden bir bozuk para kesesini yardıma ihtiyacı olan birine veriyoruz?

Evrenden bir şey talep ettiğiniz zaman karşılığında dengeyi korumak adına bir şey vermeye de niyetli olmanız gerekir. Bozuk para, evrenden talebinize ve bir şeyleri var etme çabalarınıza karşılık, yine özellikle "yokluk" çeken birileri için bir şeyleri var kılarak bu dengeyi sağlar. Bağış ve yardımlaşmanın büyük gücü buradan gelir, siz her kime yardım eli uzatır veya bir şeyler sunarsanız, enerji kaynağına (yani size)  dönerek mutlaka size de benzer güzellikleri getirecektir. 

Gördüğünüz gibi, Hıdırellez'in ritüel tarafı tamamen, çekim yasası kurallarına göre işlemekte olan yaratıcı enerjisi son derece kuvvetli bir prosedürdür. Bu prosedür, gerek ruhsal zekanız, dualarınız ve  gerekse doğanın tüm yaratıcı gücünü içinde barındıran bir prosedürdür. Bu prosedür harfi harfine bir çok kişi tarafından uygulandığı ve "Hıdırellez'de tutulan dileklerin gerçek olduğuna dair toplumsal inanç"  bir çok kişinin dileklerinin - herhangi bir zamanda gerçekleşmese dahi- bu özel günde gerçekleşmesini sağlar. 

Ancak buradaki önemli nokta şudur, Hıdırellez'de tutulan dilekleri gerçek kılan, bu güne olan toplumsal inanç (kollektif bilinçaltı) ve tüm yaratıcı unsurların bir arada kullanılmasıdır. Bu nedenle, Hıdırellez'i beklemeksizin, aynı prosedürü yılın her zamanı her an dilediğiniz şekilde uygulayabilir ve aynı sonucu alabilirsiniz. Ben de şahsen bu prosedürü Hıdırellez'i beklemeye gerek kalmaksızın, kendim de kullanıyor ve danışanlarıma da kullanmaları yönünde tavsiyede bulunuyorum.

Siz de deneyin, sonuçları göreceksiniz!

Sevgilerimle

5 Mayıs 2017 Cuma

Yanlış Anlaşılmış Sözler: Sevdiğiniz İşi Yapın Hayat Boyu Çalışmayın




"Arkadaşlar işinden istifa edip, şirin tatlı bi cafe açmak isteyen başka gerizekalılar varsa bizimkini devrediyoruz"

Bu efsane twit'i hepiniz görmüş ve tahminimce benim gibi çok gülmüşsünüzdür.  Twit sahibi belki gerçekten bu durumu yaşamış, belki de kendi yaşamasa dahi, bu durumu yaşayan bir çok kişinin duygusuna tercüman olmuştur.

E ne oldu, hani, herkes sevdiği işi yaparsa, hem daha mutlu hem de zaman içerisinde daha fazla bolluk ve maddi imkanlara kavuşurdu? E noldu, hani evren cesuru desteklerdi? Hani kurumsal hayat tü kakaydı, modern kole olmaktansa, kendi işini yapmak daima daha keyifli ve kazançlıydı? 

Bu ve benzeri durumlara şahit olduğumuzda, içimizde işini bırakıp kendi işini yapma sevdasıyla yanıp tutuşan bir çok kişinin de ateşi sönüyor elbette ve zaten cesareti pamuk ipliğine bağlı olan bu kişiler, adım atmaya iyice çekinir hale gelerek normal rutinlerinde, memnun olmamalarına rağmen hayatlarına devam etme kararı alıyorlar. 

Her ne kadar bu twit'e çok gülmüş olsam da, bu şekilde düşünen kişilerin çok büyük hatalar yaparak bu olumsuz sonuca ulaştıklarını da ilave etmek isterim. 

1. Kurumsal Hayat Modern Köleliktir

Öncelikle bu görüşün herkes için geçerli olmadığını belirtmek isterim, kurumsal olarak bir yerde çalışan bir kimse, huzurlu ise, yaptığı işi seviyor ise, ekip arkadaşları ile uyumlu ise, neşesi, keyfi maddi durumu yerinde ise, bu kişinin işini bırakması için hiçbir sebep bulunmamaktadır. Dolayısıyla, ne bağımsız çalışmak, kurumsal olarak çalışmaktan iyidir, ne de kurumsal bir yerde çalışmak, bağımsız çalışmaktan daha iyidir. Bu tamamen kişinin yapısı, memnuniyet, huzur, tatmin  duyguları ve maddi kazancı ile ilgili düşünceleri ile ilgilidir.  

2. Mutlu Uyuyanlar

Birinci prensibimizi netleştirmekle beraber, bir de, halinden memnun olduğunu zannedip de, esasında, alışkanlık ve tembellik duygularını mutluluk duygusu ile karıştıranlarımız var. Bu kişiler ile yarım saat sohpet ettiğinizde, esasında kişinin yapmakta olduğu işin hiçbir şekilde esas hayalleri ile örtüşmediğini vefakat hayatın onları bu yola sürüklediğini farkedebilirsiniz. Bu kişiler için hayaller mazide kalmış olup, bu hayallerin değil zaman zaman akıllara gelmesi "artık" gerçekleşmesi de imkansız bir hale gelmiştir. Elbette, bu düşünce, görecelidir ve sahte bir inancın ürünüdür. 

3. Sevdiğin İşi Yaparsan Hayat Boyu Çalışman Gerekmez

Bu prensibin sonuna kadar arkasında duran biri olarak, bu prensibin peşinden koşanların sıklıkla düştüğü hatalar, kişileri 1. kutuya  yani,  "kurumsal hayat modern köleliktir" kutusuna geri döndürür. İlk etapta zaten bu düşüncesi ile 1. kutudan, 3.kutuya geçmeye çalışan kişi, 3. kutunun getirdiği hayal kırıklığı karşısında, mecburen, istemeye istemeye, tekrar 1. kutuya dönmek durumunda kalır ve hiç olmadığı kadar kapana kısılmış hisseder. İlk başlarda, kurumsal hayatın getirdiği garanti gelir, kişiyi rahatlatsa da,  yaklaşık 1. senenin sonunda, kişinin içindeki "bağımsızlık" ve "özgürlük" arzusu tekrar kişiyi rahatsız etmeye ve kişi yeniden kendini köle gibi hissetmeye başlar. Unutmayın ki, bir kişinin içinde bir arzu uyanmış ise, bu arzu ancak bir süre bastırılabilir, bastırılan her duygu ise, eskisinden de kuvvetli bir ivmeyle kendini var etme çabası içine girecektir. 

İşte bu yazım, 3. kutudan, 1.kutuya dönmek zorunda kalanlar ile, bu durumu yaşamamak adına 1. kutuda sıkışıp kalanları özellikle ilgilendiriyor.

Öncelikle,  "sevdiğiniz işi yapın" tavsiyesi,  "kolay para getiren işi en hızlı yoldan yapın" anlamına gelmemektedir. Bu durumun anlaşılması bir bağımsız çalışan için hayatsal bir önem arzetmektedir.

Kurumsal hayatın çarklarında sıkıştığını hisseden, ve gelirinin belirli sınırlar içerisinde kaldığını ve kalacağını düşünen ve bundan çok daha ötesini hayal eden kişi, kendi işini kurmak üzere niyet edebilir.  Odağı daha büyük maddi gelir olan kişi, bunu en kolay ve en hızlı şekilde gerçekleştirmek yönünde zihin kaslarını çalıştırmaya başlar.  Bu şekilde çalışmaya başlayan zihin,  örneğin, bir insanın ne olursa olsun yeme ve içme alışkanlığından vazgeçmeyeceğini tespit ettikten sonra, kendisi de yine bu yönde bir girişim gerçekleştirmek yönünde hareket eder.  Özellikle büyük şehirlerimizde artan cafe ve ufak restaurant sayısı da bu mantıkla ivme kazanmaktadır. Örneğin, "kahve kültürü" özellikle Avrupa'da son derece gelişmiş olup, Türkiye de bu trendi takip eden ülkeler arasında yerini almıştır, bunu tespit eden girişimcilerimiz de aynı trendi kendi şehirlerinde uygulamaya koymuşlardır. 

Ancak, bu trendi takip eden çok çok az girişimcinin "kahve dükkanı" açmak esas hayalini oluşturur, ve bu girişimcilerden çok çok azının gerçekten kahve kültürüne özel bir sevdası ve ilgisi vardır. Sadece ticaret odağı ile yapılan, biraz klişe de gelse kulağa, içine sevgisi, özeni, yaratıcılığı, şahsi unsurları, kendinden bir parçayı severek koymayan her kişi, ne kurumsal bir işte ne de bağımsız olarak yaptığı işinde istediği olumlu tepkiyi ve maddi bağımsızlığı yakalayamaz. 

Bu kişiler kurumsal bir işi de aynı mantıkla seçen kişilerdir,  hızlı ve garanti gelir, yapılabilir ve sürdürülebilir bir iş... 

Bakın bu denklem esasında, "kolay para" kazanmanın başka bir yoludur, neden derseniz, kurumsal bir şirkette iş getirmek, iş yaratmak, çevre edinmek gibi sorumluluklarınız limitlidir. Siz, sadece size verilen işi şirket standartlarına uygun bir şekilde gerçekleştirdiğiniz takdirde, maaşınızı alırsınız, bu kadar basit. Satış işinde çalışanları bu denklemden ayırmakla birlikte, genellikle kurumsal işlerin en büyük avantajı "kolay" olmasıdır. Oysa ki bağımsız çalışan, iş getirmek, iş yaratmak, iş geliştirmek, çevre edinmek ve daima stabil ve tercihen artan bir standartta hizmet vermekle yükümlüdür.  

Örneğin bugün yıllardır muhteşem kekler yapan bir cafe, sadece 2-3 hafta bile ürünlerinde aynı standardı yakalayamasa, müşteri kaybı yaşar, oysa ki kurumsal bir işte 2-3 hafta performans düşüklüğü veya bir önceki aydan daha az bir performans gösterirseniz o ayın sonunda maaşınız o oranda düşmez, elbette ki istikrarlı bir düşüş karşısında iş kaybı yaşayabilirsiniz, ancak bağımsız çalışan için ufacık bir performans kaybı, anında gelirine yansıyacaktır. Bu anlamda kurumsal iş "kolay ve garanti para" olmasından ötürü çoğunluk tarafından tercih edilmektedir, ancak elbette kimi kişiler kolay ve garanti para seçeneğini, hayalleri veya bağımsızlıklarını temin etmek uğruna bırakmayı tercih edebilirler. 

Hayalleriniz için mi, Bağımsızlığınız için mi, Daha fazla maddi gelir için mi?

İşte en önemli soru budur, neyi ne için yaptığınızı tespit etmeden, hangi kök düşünce ile hareket ettiğinizi farketmeden, yaptığınız işte başarılı olmanız mümkün olmaz. 

Bugün sadece daha fazla maddi gelir ideali ile kendi işini kurmak yönünde hareket eden kimse, "yokluk", "kaygı", "paraya saplantı" gibi duygularla kendi işini kurmaya yönelirse, evren ve hatta insanlar onu desteklemeyecektir. Bu, bu kadar basittir.  Yaydığınız frekans "açlık" frekansı olduğu için, eninde sonunda size geri dönecek enerji formu da daha fazla "açlık" ve "yokluktur". 

Bugün sadece bağımsızlığı için herhangi bir işi yapabilecek bir kişi, o işle ilgili özel bir ilgisi, sevgisi olmadığı takdirde bir süre sonra, yukarıda da bahsettiğim gibi, stabil ve devamlı artan bir performans göstermek durumunda kalacağı ve idari işler tamamen kendi sorumluluğunda olduğu için, bu sorumluluklar kendisine zaman içerisinde bir yük gibi gelecek, kişi bu sorumlulukları ya bir robot gibi, sadece yapmak zorunda olduğu için gerçekleştirecek veya bir süre sora kurumsal bir işte yorulduğundan çok daha fazla yorulduğunu, tükendiğini farkedecek, ve esasında bağımsızlık için çıktığı bu yolda, bu sorumlulukların kendisini sıkması nedeniyle, aynı kurumsal hayatında olduğu gibi kendi yarattığı koşullar nedeniyle yine "köle" duygusundan kurtulamayacaktır.  Bu gibi işleri sadece zorunluluktan gerçekleştiren kişinin, işinde ilerlemesi de mümkün olmaz, zira ilerleme ancak şevk, motivasyon ve heyecanın olduğu durumlarda gerçekleşebilir.

Hayalleri için, işini bırakan bir kimse ise, gerçekten sevdiği işi icra etme aşkıyla işini bırakıyor ise, para kazanma arzusu ikincil plandadır, para odaklı değil, hayalini en güzel şekilde gerçekleştirme odağı ile hareket eder. İşini gerçekleştirmenin gereği olan idari işler ise, o kişiye yük gibi gelmeyeceği gibi kişi, işine katkı sağlayan her şeyden zevk duyacaktır. Bu anlamda bağımlılık veya bağımsızlık bir konu olmaktan çıkacaktır.  İşte sadece bu kişiler,  sevdikleri işi yaptıkları için, hayat boyu çalışmıyor duygusunu yaşayabilirler.  

Gelelim evrenin cesuru desteklemesi kısmına, çekim yasasının en önemli prensibi, yaydığınız enerjinin karşılığını almanızdır. İşini sevgisiyle büyüten, çocuğu gibi bakan ve geliştiren bir kimsenin yaydığı enerjinin karşılığı sizce ne olabilir? Yokluk, açlık, zorlanma mı, yoksa mutluluk, özgürlük, başarı ve maddi gelir mi? Herkesin yanıldığı en büyük nokta parayı çeken en büyük unsurun "zeka" ve "çalışkanlık" olduğu yönündedir, bu unsurların katkısı elbette yadsınamaz ancak, işinize herhangi bir sevgi beslemiyorsanız, yaratıcı zekanızı ancak bir yere kadar çalıştırabilir, çalışma şevkinizi bir yere kadar koruyabilirsiniz.  Dolayısıyla, parayı çeken en önemli frekans sevgi ve neşe frekansıdır! Bunu asla unutmayın.

Tatlı bir cafe, veya bambaşka bir iş... bir cafe tutarken, diğerinin kapatması, aynı işi yapan iki kişinin çok farklı deneyimleri yaşaması...  işin sırrı, işinizi gerçekten sevmeniz, ve yaptığınız işin hayallerinizle örtüşmesidir, bu nedenle hangi işin "tutacağını" veya "kapatacağını" zihinsel bir analizle ancak bir yere kadar doğru tespit edebilirsiniz. Bu konuda genel bir kural yoktur, bugün cafe açmak isteyen biri yukarıda bahsettiğim prensipleri göz önünde bulundururak bu işe girişiyorsa, başarısız olması imkansızdır.  Bu nedenle, moralinizi yukarıdaki twit'in de ifade ettiği durumlar ve şahit olduğunuz deneyimler bozmasın. 

Başarı son derece kişisel bir deneyimdir, aynı alanda 100 kişinin başarısız olması, sadece bu 100 kişinin zihinsel, bedensel ve ruhsal aksiyonları ile ilgilidir ve sizi bağlamaz. 2. kutu olan mutlu uyuyanların ise, öncelikle hayal etme becerilerini ve alışkanlıklarını yeniden kazanmaları gerekmektedir, bu kişiler hayallerini o derece unutmuşlardır ki,  hayallerini gerçekleştirme aşamasına gelmeleri söz konusu dahi olamaz, siz de kendinizi bu gruba dahil hissediyorsanız, öncelikle, " eğer hiç bir kaygım, ve korkum olmasaydı hayatta ne yapmak isterdim" sorusunu kendinize sorun, hayalinizin şu aşamada yapılabilir veya yapılamaz olması hayal kurmanızı engellememelidir. Siz sadece ilk aşamada, sadece sınırsızca hayalinizi kurun, bu gerçekleştirmenin ilk adımıdır. 

Sevgilerimle



4 Mayıs 2017 Perşembe

Kararsızlık Durumlarında Karar Verme Becerisi



Kararsızlık Mı, Kararı Görmezden Gelmek Mi?




Herhangi bir konuda kararsız kaldığımız, ne yapacağımızı bilemediğimiz, ve hatta iki günde bir karar değiştirip sonunda düşünmekten bitap düştüğümüz çok olmuştur.

Kararsız kalmayı, zihnin demir parmaklıklar ardında sıkışmasına benzetirim daima, zira zihin kapana kısılmıştır, özgürlüğünü ve hareket alanını kaybetmiştir, hiç bir çıkış yolu görememektedir,  olası senaryoları başa sarıp sarıp tekrar size sunar, bu senaryolardan hangisinin daha olumlu sonuçlanacağını öngöremeyen kişi,  hareket etmektense kitlenip kalır, ve esasında tercihlerinin arasında en olumsuz olan sonuca yönlenir; hareketsizlik...

İki seçenek arasında kaldığınız zaman, bize önerilen ve en bilinen yöntem, seçimlerin artı ve eksilerini bir yere not etmek ve artısı daha fazla olan seçeneği tercih etmemiz yönündedir. 
Bu yöntem, zihninizi berraklaştırmak, derleyip toplamak adına kesinlikle faydalı bir yöntemdir, ancak bu yöntemin doğruluğu tartışmalıdır.

Zira seçeneklerinize dair artı ve eksileri belirleyen zihniniz, ve muhtemelen egonuzdur!

Bu aşamada egonun çalışma mekanizmasını hatırlatmak isterim;

Ego, bir bilgisayar arşivine benzer, egoda depolanan bilgi, geçmiş deneyimlere yönelik bilgidir, bu sizin şahsi deneyimleriniz olabileceği gibi, çevrenizden topladığınız verilerden de oluşur.  Egonun amacı ise, sahibini hayatta tutmak ve acı çekmesini önlemektir, bu nedenle ego ağırlıklı olarak, "savunma" pozisyonunda hayatını idame ettirir. Ego kazanmaktan ziyade, kaybetmemeye yönelik olarak harekete geçer ve risk almaktan hiç ama hiç hoşlanmaz, zira risk almanın ucunda "acı çekme" potansiyeli mevcuttur.  Egonun "kazanma" prensibi, tekildir, yani,  başkalarının zararlı çıkması pahasına kendisinin kazanmasına yönelir zira egonun anlayışı "sınırlılık" ve "yokluk" üzerine kuruludur, bir kazanan olacaksa, kaybeden de olacaktır ve ego asla "kaybeden" olmak istemez bu uğurda da tekil yani bencil olarak hareket ederek sadece kendine odaklanır. Elbette bizler bu mekanizmanın bu şekilde işlediğini bilinçli zihnimizle çoğu zaman farketmemekteyiz. Ruhsal çalışmalar yapan kişiler ise çok net bir şekilde, ruh sesi (iç ses/sezgi/kalp sesi) ile egonun sesini birbirinden ayırdedebilirler. Ancak diğerleri için bu, bu kadar net ayrımlarla farkedilebilen bir durum değildir. 

Dolayısıyla seçimleriniz arası bir tercih yaparken, seçimlerinizin artı ve eskilerini egodan aldığınız bilgiler aracılığıyla yapmaktasınız. Ego'dan gelen bilgiler çoğu zaman sizin en yüksek hayrınıza olmaz, zira biraz önce de bahsettiğimiz şekilde egonun prensibi maksimum mutluluk ve keyif değil, hayatta kalmak ve minimum acı çekmektir. 

Peki böyle bir durumda ne yapmak lazım. Şimdi söyleyeceğimi şaşkınlıkla karşılayabilirsiniz, ama esas gerçek budur:

Kararsızlık diye bir şey yoktur!!!

Egonun bir bilgisayar arşivi olduğundan bahsetmiştik, ruh ise, ego ve zihnin çok ama çok ötesinde tüm evrensel zekayı içinde barındıran, Yaradanın, kaynağın, evrenin, özün bir parçasıdır, ruhu sonsuz bir kütüphane gibi düşünebilirsiniz, kişisel gelişim jargonuna hakim olanlarınız bu kütüphaneyi "Akaşa" olarak da bilirler. Şöyle bir örnek verirsek ruhun bilgeliğini daha net anlayabileceğinizi düşünüyorum; DNA'mızı ele alalım, minicik moleküllerden oluşan DNA sizi, komple bir insan yapabilen üstelik de, ailenizden miras kalan genlerinizi, hal, tavır, mimik, fiziksel özellikleri içinde barındıran bir bilgi kaynağıdır. İşte ruhumuz da, bu şekilde her ne kadar çoğu sıradan göz tarafından tespit edilemese de, içinde tüm bilgileri barındıran çok yüksek titreşimler topluluğudur, kimimiz bunu "aura" olarak da görebiliriz, ama esasında ruh auralarımızın da ötesindedir.  Bu nedenle, auraları görme yetisi olan kişiler, sizin geçmişinizi, hastalıklarınızı ve eğilimlerinizi görme özelliğine sahiptir. Bu fal, veya kehanet değildir, çok basit bir şekilde sizi çevreleyen titreşimleri görerek yorumlayabilme kapasitesidir.  

Dolayısıyla, ruh daha siz soruyu sormadan sizin en yüksek hayrınıza olan cevabı bilir.  Cevap daima içinizdedir, oradadır, bir niyet uzağınızdadır. Ancak ruhunuzdan aldığınız cevap çoğunlukla "iddialıdır", yani egonuz için gerçekleştirmesi "zor" ve "riskli" olan bir cevaptır. Bu nedenle ego, bu cevabı gözardı etmeniz için elinden geleni yapar, dolayısıyla siz sorunuza dair bir cevap bulamadığınızı zannedersiniz. Oysa ki, mideniz veya kalbinizdeki o dürtü size o cevabın ne olduğunu, o cevabın orada olduğunu ufak bir fiziksel his olarak daima anlatır. 

Danışanlarımla kararsız kaldıkları bir konu üzerine çalışırken, onlara daima cevabı bildiklerini hatırlatırım. Bu yorumum karşısında, öncelikle cevabı bilmediklerini ifade eden danışanlarıma, cevabı bildikleri konusunda ısrarda bulunduğumda, önce suratlarında ufak bir rahatsızlık ifadesi belirir ardından da,  "aslında düşündükleri bir cevap olduğunu ama, gerçekleşmesinin imkansız veya çok riskli" olduğunu belirtirler.  İşte muhtemelen rahatsızlık duyduğunuz, en son düşündüğünüz, olması zor hatta imkansız gibi gelen, çok riskli bulduğunuz ama esasında sizi derinlerde bir yerde oldukça heyecanlandıran "olsa mükemmel olurdu" dedirten cevap sizin en için en hayırlı seçenektir veya benzer bir şekilde, cevabın sizin için "olumsuz" olduğunu bilmenize rağmen, egonun kaybetmeye olan tahammülsüzlüğü nedeniyle, olumsuz olan cevabı görmezden gelme eğilimine sahip oluruz. 

Öncelikle kararsız kaldığınızı hissettiğiniz anlarda, "ben sorumun cevabı biliyorum, sadece şu an için bu cevabı görmemek hususunda direniyorum" şeklinde tüm hücrelerinize bir emir verin. İnsan "ne yapacağımı bilmiyorum" dedikçe, gerçekten de, verdiği emir uyarınca, içinden daha da çıkılmaz bir noktaya kendini sürükler.  Ardından da, sizin en yüksek hayrınıza olan seçeneği, cevabı, kararı bilmeyi SEÇİN, istemeyin, seçin. Seçmek kelimesi, enerjisel olarak son derece kuvvetli olan bir sözcüktür ve zaten var olanı elde etmeyi simgeler, istemek ise yokluk bilincini uyandırır, insan ancak var olmayan bir şeyi isteyebilir, bu nedenle istemek kelimesinin yaydığı enerji "yokluk" iken, seçmek kelimesinin yaydığı enerjisi "varlık" olmaktadır.  Bu şekilde, çaresizlik ve kurban kutusundan, bilgelik kutusuna geçtiğinizde, cevap size daha önce de belirttiğim gibi, ufak bir dürtü, sezgi veya işaret olarak gelecek ve muhtemelen de sizi rahatsız edecektir, bu rahatsızlık ruhunuza değil, iç sesinizi dinleyip egoyu devre dışı bıraktığınız için egonuzu rahatsız edecektir. Unutmayın, rahatsız olan ruh değil, egonuzdur, sinirlenmeyin, gözlemleyin ve ardından geçip gitmesine izin verin. 

Uygulaması cesaret isteyen seçimler, her ne kadar sizde bir korku uyandırsa da,  korktuğunuz şeyi yapmaya başladığınızda, o kadar da korkulacak bir durum olmadığının farkına varırsınız. Korku, daima, harekete geçmeden önce vuku bulan bir duygudur. Birçok kişi, korkularının üzerine gittiklerinde, korkuları ile yüzleştiklerinde artık korku duygusunun bambaşka bir duyguya "heyecan" duygusuna dönüştüğünü ifade eder. 

Ruhunuz, iç sesiniz tarafından size sunulan cevap sizi daima gereksiz zaman kaybından kurtarır, ego her ne kadar da doğru ve sizin için en hayırlı cevabı görmezden gelmeniz konusunda diretse de, içsel olarak siz her zaman, eninde sonunda, sizin için doğru olanı uygulamaya yönlenirsiniz, dolayısıyla, yolunuzu uzatmaktan ve gereksiz zaman kaybından kurtulmak adına bir an önce sezgisel olarak aldığınız cevabı uygulamanız tavsiye edilir. Ruhun çağrısını ancak belirli bir süre erteleyebilir ve gözden gelebilirsiniz, en iyi ihtimalle, içinizde daima tatminsizlik duygusu vuku bularak, yolunuza devam etmeye çalışır ancak içinizde bir yerlerde "bir eksiklik" olduğu duygusunu daima yaşarsınız. İşte tam da bu nedenle, ruhsal olarak aldığınız cevabı uygulamanız hayrınıza olduğu kadar da gereklidir, zorunludur. 

Ego kontrolü ve iç benlik eğitimlerimiz için fitsoulfitmind@gmail.com adresine yazarak bilgi alabilirsiniz.

Sevgilerimle

İrem


Geleceği Bilmenin Sırrı

Geleceği bilmek istiyorsan, Kendini bil.  Geleceği mi bilmek istiyorsun, Dışarı çıkma, *Kendine gel!*,  Geleceği ...