30 Haziran 2016 Perşembe

Melekler Var Mı?


Yazılarımı takip edenler bilirler, diğer kişisel gelişim eğitmenlerine oranla, analitik düşünce yapısını her zaman ön planda tutmaya çalışırım, bunun da sebebi, danışanlarıma ve beni takip edenlere soyut bir şeyler vaad etmektense, elle tutulur çalışmalarla kendilerini daha rahat keşfedebileceklerine olan inancım. Şu ana kadar da bu çalışma metodu ile oldukça iyi sonuçlar aldık.

Ancaak gelelim meleklere, öte alem varlıklarına...diyebilirsiniz, sen meleklerle çalışmıyor musun, inanmıyor musun, diğer varlıklarla iletişimin var mı yok mu? 

Bugüne kadar bu konuda hiç bir şey paylaşmayışımın nedeni,  konu hakkında halühazırda bir çok kitap ve eğitmen olması ve aradığınız bilgiye zaten kolayca ulaşabileceğinize inanmam, ANCAK, DAHA DA ÖNEMLİSİ, kendimizi, KENDİ çabalarımızla keşfetmeden, başka bir varlığa, güce sırt dayamanın kolay yol olduğunu düşünmem =) Şu kadar ki, benim tüm amacım, kişiye asıl GÜÇLÜ ve ŞİFACI olanın KENDİSİ olduğunu anlatmak ve keşfettirmektir, gerisi teferruattır. Dışarıda bir çok kişinin affınıza sığınarak "meleklerle" çıldırmış olması da bu düşüncemi destekler nitelikte.

Gelelim asıl soruya, melekler var mı? Öte alem varlıkları var mı? Cevabım, şüphesiz ki var, evet. Ben bunları hiç gördüm, iletişim kurdum mu, cevabım yine evet.  Bu özel bir yetenek mi? Kesinlikle hayır. 

Benim bu ışık varlıkları (adına melek veya herhangi başka bir şey diyebilirsiniz, kendilerinin belli bir şekilde adlandırılmak konusunda bir tercihleri bulunmamaktadır) ile iletişim kurmam, "hatırladığım kadarıyla" doğuştan gelen "özel bir yetenek" değildi, bu iletişimin başlaması ise, uzun çalışmaların sonucunda da olmadı, bir anlık, belki de bir saniyelik bir "anlayışa" ulaşmam ile birlikte, bu iletişimin dışarıda bir yerde gökyüzüne bakarak, seslenerek, kurulmak zorunda olmadığını (evet bu yöntemi de çokça denedim=) tam tersi, hepimizin içinde doğduğumuzdan itibaren kurulmuş bir iletişim mekanizmasının olduğunu ve istediğimiz her an cevap alabildiğimiz, iletişim kurabildiğimiz, her an her saniye içimizde taşıdığımız bir telsiz gibi bu varlıkların bizim bir parçamız olduğunu anladım, işte bu andan itibaren de, çoğunluklu olarak "otomatik yazı" yöntemi ile (daha önceki yazılarımda bu tekniği sizinle paylaşmıştım) bu iletişimi sağlayabildim, his, duyu, görü ve biliş de iletişim kurabildiğim diğer yöntemler arasına katıldı. 

Işık varlıkların bana ilettiği bazı mesajları da- kendi filtremden geçirilmiş olarak- şu şekilde paylaşmak isterim, şunu belirtmekte fayda var; ışık varlıklardan gelen mesajlar biliş, ve his halinde gelir, düzgün cümleler halinde çoğunlukla gelmez, bunları cümle haline getirirken, mesajı alan kişinin filtresinden geçerler, bu nedenle herkesin iletişimi kendine hastır, ve herkes kendi kurduğu iletişime güvenmelidir. 

"Tanrı, tekten yayılan tümdür. Melek dediğiniz enerji tekil değildir, dişi değildir, erkek değildir, cinsiyeti yoktur, çoğuldur "bizdir", esas formu ilahi bir ses ve ışık korosuna, seline benzer, dil ve sözcükler kullanılmaz. Ancak, bizler sizlerin daha rahat iletişim kurabilmenizi sağlamak adına "kişi", "melek" veya tanıdığınız herhangi başka bir insan formuna girebiliriz, semboller gönderebiliriz, tek bir ses olarak duyulabiliriz, sizleri ürkütmemek adına sizin sesinize benzer bir sesle konuşabiliriz. Soru sorup, cevapları zihninizde arıyorsunuz, cevaplar zihninizde değil, kalbinizdedir. Bizi dışarıda arıyorsunuz, Allah, Yaratıcı, Kaynak Tekten yayılan tümdür, tümün içine Kaynağın ve tüm ışık varlıklarının parçaları yerleştirilmiştir, siz tüm evreni, yaratıcıyı, ışığı içinizde taşıyorsunuz, çünkü siz Tekten gelensiniz. Bizleri içinizde var olan bir düğme gibi düşünün, düğmeye bastığınızda ışık yanar ve ışığı görürsünüz, diğer zamanlarda bu ışığın ve düğmenin farkına varmayabilirsiniz, ama o daima oradadır. Kalbinizin atışını sadece, kalbinize odaklandığınızda duyar ve hissedersiniz. Bizimle iletişime geçmek için çalışmanıza gerek yok, anlayın ve inanın. Bizlere daha fazla soru sorun. Yazın, yazın, yazın."

"Hayatın çok zor olduğuna inanıyorsunuz, türlü türlü engeller olduğuna inanıyorsunuz, bir çoğunuz "hayat zordur" koduyla dünyaya geldi, buna inanmanız size hizmet eder, zorluk sizin için derstir, zorluklardan öğreniyorsunuz, ama bu aynı zamanda bir ilüzyondur, hayat kendiliğinden akar, sevgi, bolluk, bereket kendiliğinden akar, sizin bunlara ulaşmak için türlü aksiyonlar almanız, hayatınızı kolaylaştırmaz, zorlaştırır, bu zorluklar, nehir yolundaki küçük taşlar gibi akışı yavaşlatır ama bu zorluklar aynı zamanda size hayat derslerinizi öğretir"

"Sonuca odaklı yaşıyorsunuz, her ne yaparsanız, sonucu için yapıyorsunuz, bir şeyi sadece eğlenceli, sadece keyifli ve sadece istediğiniz için yapmıyorsunuz, sonuca odaklanmayı bırakın. Sonuç gelecektedir, siz anda yaşıyorsunuz, anda kalın. Sonuca bağlı ve hatta bağımlı olarak yaptığınız hiç bir şey size istediğiniz sonucu getirmez"

İlk mesaj zamanında benim için oldukça anlam ifade etmişti, çünkü ben ışık varlıklarla iletişimin nispeten biraz yetenek biraz da uzun çalışmalar gerektirdiğini düşünmüştüm, ve dürüst olmak gerekirse, ışık varlıkların herkese görünmeyebileceğini, ve bu konuda anlatılan deneyimlerinin bazılarının da gerçek dışı olduğunu düşünmüştüm; bu düşünceme istinaden aldığım içsel cevap ise biraz ağır ama çok yerinde olmuştu =) "başkasının başına gelenin gerçek olmadığına inanıyorsan, kendi başına gelmesini nasıl bekliyorsun?"

İkinci mesaj ise, adeta hayatta "hiçbir şey yapmanın gerekli olmadığını, sadece var olarak teslimiyetle zaten tüm dileklerimize ulaşabileceğimizi anlatır nitelikte, size dürüst olayım, benim aksiyon seven, analitik yapım hala bu mesajla ara ara cebelleşiyor =))

Üçüncü mesaj da, yine aynı şekilde, insanı zorlayacak türden bir mesaj=) 

İşte böyle arkadaşlarım, bu konuda da böylece ilk paylaşımımı yapmış oldum, ilerleyen zamanlarda yine içsel bir çağrı aldığımda bu konuda daha da fazla paylaşımlarda bulunacağıma inanıyor, ilgililerine ilham vermesini diliyorum.

Sevgilerimle 

28 Haziran 2016 Salı

Hepsi Annen, Baban Yüzünden Yavrum


Beynimiz bir bilgisayar gibi ona yüklediğimiz kodlara uygun olarak hayatımızı an be an yaratır. Bizim tüm çabamız, tüm bu kişisel gelişim furyası, mutsuzluklarımızın tamamı da, önceden edinilmiş bu kodları keşfederek, değiştirmeye ve yeniden şekillendirmeye yöneliktir. Bu kodların büyük bir çoğunluğu çocukluk dönemimizde, büyük oranda 5 yaşlarına kadar başta ailemiz olmak üzere çevremizden edindiğimiz bilgi akışını çocuk zihnimizle yorumlamamız ve anlamlandırmamız sonucu oluşmuş ve bilinçaltımıza demir atmıştır, o kadar ki artık biz bu kodlara sahip olduğumuzun bile farkındalığını yitirmiş durumdayız. 

Psikolog ve psikiyatrlarla dalga geçilir, "aman ne söylesem, iş ya babama, ya anneme çıkıyor, bunlar da oturduğu yerden tonlarca para kazanıyor!". Hiç yargılamayın, küçümsemeyin, terapistiniz, kolay yoldan para kazanmanın sırrını bulmuş değil, sürekli gözardı edilen bir hakikatten bahsediyor! Anne, babanızla şu anki ilişkiniz, çok sağlıklı bir seviyede devam ediyor olabilir, ama çocuk zihninizin ebeveyinlerinden gördüğü bilgileri nasıl yorumladığını, nasıl kodladığını, kendine ne gibi dersler çıkardığını hatırlamıyorsunuz bile! Çocuk zihni, erişkin zihni gibi değildir, annenin babanın ufak bir sözü, anlamlandıramadığı ufak bir davranışından dahi, hayat boyu kullanacağı bir kod edinebilir.

Danışanlarımla yaptığımız çalışmalarda, özellikle danışanlarımın özel ilişkilerinin, anne-baba arasındaki ilişkiye kimi zaman çok benzediği, kimi zaman da bu ilişkiye tepki olarak geliştirdiği davranış biçimleri ile kendi özel hayatlarını yıllardır baltaladıklarını ve eş seçimlerinde düştükleri hataları farketmetleri hiç de şaşırtıcı değildir. Çoğu danışanım, mevcut hayatlarında anne babaları ile güzel bir sevgi ilişkisi içerisinde olmalarına rağmen, ufakken içlerine attıkları kızgınlıklar, öfke ve mutsuzlukları mevcut hayatlarında fiziksel ve ruhsal olarak kendini var etmeye devam etmektedir.

Kişilerin, özel ilişkilerinde mutsuz olmaları, kariyer seçimleri ve kariyerleri hakkındaki tutumları, özdeğer ve yeterlilik duygusu, toplum tarafından onanma ihtiyacı, maddi ve gelecek kaygıları ve hatta fobileri dahi çocukluktan kalma kodların eseridir.

Hadi biz bu kodları bir şekilde edindik, şimdi de değiştirme peşindeyiz, ama çocuklar henüz yolun başındayken gelin onları bu zahmetten kurtaralım!

1. Çocuğunuzun yanında asla kavga etmeyin, sizi anlamıyor zannediyorsunuz, ama çocuklar enerjiyi hepimizden daha iyi okurlar ve anlarlar, sizin kavgalarınız, sözleriniz ve öfkenizi daha ana karnından başlamak üzere daima anlıyorlar.
2. Çocuklarınıza şiddeti özendirmeyin, özellikle erkek çocuklar için vurdulu kırdılı oyunlar, oyuncaklar sunmayın, "erkek oğlum benim" mantalitesinden uzak durun, çocuğunuzun şiddet ve öfke duygularını beslemeyin, onun yerine çocuğunuzu temiz hava, doğa ve hayvanlarla tanıştırın, sevgi duygusunu besleyin.
3. Çocuklar anne babayı taklit eder. Bu nedenle çocuğunuz için yapabileceğiniz en iyi şey, kendi özdeğerinizi keşfedip, kendinizde eksik bulduğunuz tarafları güçlendirmektir. 
4. Çocuklar 16 yaşına kadar enerjisel olarak halen annelerine bağlıdır, bu nedenle özellikle annenin, kendi enerji seviyesini, huzurunu, dengesini, dinginliğini ve özdeğerini koruması ve sürdürmesi hayati önem taşır.
5.Çocuğunuza aşırı korumacı yaklaşmayın, fazla düşkünlük göstermeyin, bu ileride çocuğun size bağımlı kalmasına, kendi ayakları üzerinde duramamasına ve daha da önemlisi, kendine ait bir aile kuramamasına kadar gidebilir. Çocuğa çocuk gibi değil, bir birey olarak yaklaşın. Bir çok erişkin birey, ailelerinin kendilerine sağlamış olduğu fazla korunaklı hayattan gerçek hayata geçişlerini çok geç yaşlarda gerçekleştirmekte ve bu geçiş çok sancılı olmaktadır.
6.Çocuğunuzu rekabet ortamına sokmayın, fiziksel özellikleri ve becerileri konusunda diğer arkadaşları ile karşılaştırmayın, diğer arkadaşlarını çocuğunuza kötülemeyin, ve aynı şekilde çocuğunuzu da arkadaşları ile kıyaslayarak kötülemeyin. Bu, çocuğunuzun özdeğer, yeterlilik duygularını olumsuz yönde etkileyecektir. 
7. Çocuğunuzu ne olursa olsun, koşulsuz olarak sevdiğinizi sık sık tekrarlayın, kızgınlıklarınız veya verebileceğiniz ufak cezalar dahi sevgi ile ilişkilendirilmeyecek şekilde olmalıdır.
8. Çocuğunuza ne kadar öfkelenseniz dahi, zekasına, yeterliliğine yönelik sözler asla söylemeyin, "beni utandırıyorsun" şeklinde bir söz dahi çocuğun hayatı boyunca sizden ve toplumdan onay almadan hareket edememesine ve kendi kararlarını özgürce alamamasına sebep olabilir. 
9. "O nasılsa anlamaz", "o bu konuda düşünemez" gibi düşünceler ile çocuğunuzun gıyabında kararlar almayın, onunla, onun anlayabileceği dilde iletişim kurun ve olabildiğince onun da görüş ve fikirlerini dinleyin, saygı gösterin. Çocuğunuzun kendi karar ve düşüncelerinin sonuçları olabileceğini anlaması önemlidir, bir nevi hayata hazırlıktır. İlaveten ona sormadan onun hakkında aldığınız her karar ileride çocuğunuzun sizi suçlamasına ve bir takım pişmanlıklar yaşamasına neden olabilir.
10. Çocuğunuz kaç yaşında olursa olsun, giyeceği kıyafetlerden tutun, seçim yapabileceği alanlarda, ona seçim ve karar hakkını tanıyın, ona kendi kararlarını alabileceği özgürlük alanları yaratın.
11. Çocuğunuza asla ve asla "yapamazsın", "başaramazsın" gibi olumsuz kodlar girmeyin, bırakın çocuğunuz bir şeye niyet edince onu gerçekleştirebileceğini daha ufacıkken beynine yerleştirsin. Çocuğunuza, başkalarına ve kendine zarar vermemek koşulu ile kalpten diledikleri tüm iyi ve güzel dileklerin mutlaka doğru zamanda gerçekleşeceğini anlatın.
12. Ufak çocuklarınıza "hasta olursun", "düşersin", "üşütürsün" gibi korku ve kaygı yaratacak olumsuz sözleri sık sık söylemeyin. Çocuk bu, bırakın biraz düşsün ve kendi kendine kalkmayı öğrensin, bırakın biraz pislensin, mikroplarla dost olsun, ılık havalarda bile çocuğu kat kat giydiren annelere sesleniyorum, doğru yapmıyorsunuz, çocuğunuz büyük ihtimal tüm hayatı boyunca soğuğa karşı dayanıksız olacak çünkü bağışıklık sisteminin hava koşullarına karşı dayanıklı olması için gereken ortamı ona sağlamadınız.
13. Çocukların, kalp gözü (üçüncü göz, altıncı his de denilmektedir) doğuştan ve kendiliğinden açıktır, hayali arkadaşları ile konuşabilirler, kendi iç seslerini dinleyebilirler, bunların "deli işi" olduğunu söylerseniz, zamanla her birimizde olduğu gibi, çocuklarınızın da iç seslerinden uzaklaştıklarını farkeder.
14. Çocuklarınıza daima kalplerini dinlemelerini öğretin, sizinle birlikte günde 5-10 dakika meditasyon yapmayı alışkanlık haline getirin. Ona sık sık "iç sesin ne diyor", "kalp sesin ne diyor" gibi sorular sorun böylece daha ufacıkken kendi iç seslerini dinlemeyi öğreneceklerdir. 
15. Zorla güzellik olmaz, olduğunu zannedersiniz, onun yerine ikna edin.
16. Kız-erkek ayırımı yapmayın; özellikle kızlarınıza kadın olmanın bir kusur, zayıflık, dezavantaj olmadığını hem kendi davranışlarınıza hem de ona olan davranışlarınızla hissettirin, kızlarınızı kendilerine değer verebilecekleri şekilde büyütün.
17. Çocuklarınızı, "hangimizi daha çok seviyorsun" "sence hangimiz haklıyız?" tarzında anne baba arasında seçim yapmalarına teşvik edecek durumlara sokmayın. 
18. Çocuğu çocuk için yapın, çocuğu çocuk için yetiştirin, onun size "ait" olmadığını kabullenin, çocuk bağımsız bir bireydir, ve doğduğu için size hiç bir borcu bulunmamaktadır, yaptığınız herşeyi karşılık beklemeden yapın, çocuk, yalnız kalmamak, adetten olduğu için, aile olmak için, size yoldaş olması için yapılmamalıdır, çocuk kendi isteği ile sizin yanınızda oluyorsa ne ala, olmuyorsa, sizin beklediğiniz "model" bir evlat olmamışsa, onu suçlamayın, hayal kırıklığına uğramayın; çocuğunuz için yapabileceğiniz en büyük iyilik, onun sizin değil KENDİ olmayı beklediği, istediği insan olması için yardımcı olmaktır. Çocuk yapmak ve layığıyla çocuğu çocuk için yetiştirmek ve serbest bırakmak ve hayata salıvermek, egonuzun karşılaşabileceği en büyük sınavlardandır, bunu unutmayın, yüksek bir egonuz var ise, çocuk yetiştirmek size uygun olmayabilir. 

ve;

19. En önemlisi,  kendiniz ve eşiniz ile olan ilişkinizi şifalandırın, çünkü, yukarıda sayılanların hiçbirini yapmasanız dahi, çocuğun takip ettiği, kopyaladığı, öğrendiği, veri topladığı ana kaynak sizlersiniz. Çocuğunuz için yapabileceğiniz en değerli şey, kendiniz üzerinde çalışmaktır.

Sevgilerimle

17 Haziran 2016 Cuma

Güçlü Kadınlar Artık Pembe Giymiyor!



Kadınlar ne zaman tam, ne zaman yarım olur? Gerçekten aynı anda çocuk da yapıp, kariyer de yapabilir miyiz? Tek taşımızı kendimiz alıp, tek başımıza kendimiz takabilir miyiz? Oscar törenlerine Disney prensesleri gibi gitmektense, smokin üzeri etek giyebilir miyiz? Büyük şirketlerin CEO'su, yöneticisi olup, çoğu erkekten fazla para kazanabilir miyiz? Kendi mutfağımızı youtube'dan videolar seyrederek tamir edebilir miyiz?

Tüm bunların cevabı, kocaman bir evet! Günümüz kadını artık, sesini her zamankinden fazla duyuruyor, hayatını idame ettirebilmek için erkeklere hatta kimseye ihtiyacı olmadığını kanıtlıyor, kendi ayakları üzerinde duruyor, özgürlüğüne ve bağımsızlığına sahip çıkıyor, kendisine biçilen salt annelik rolüne meydan okuyor, bundan çok daha fazlasını yapabileceğini her fırsatta gözler önüne seriyor. Günümüz kadının bu haykırışı moda akımlarını dahi etkiliyor, maskülen kesimler, kaba ama rahat ayakkabılar, sert ve çarpıcı bir duruş hiç olmadığı kadar trend. Erkekler pespembe polo yaka t-shirtlerini, gömleklerini giyedursun, güçlü şehir kadını artık "pembe" giymiyor, kelebekler, kalpler, kurdelelerden,  "fazla cici kız", "fazla şeker", "çok barbie, çok çocuksu" gerekçeleri ile uzak duruyor, hatta küçümsüyor.

Güçlü, kariyer sahibi şehir kadınının, evi var, arabası var, geliri var, bakımlı, her yaşta fıstık gibi, o zaman neden, hayatını eşine, çocuğuna evine vakfetmiş kadın kadar mutsuz? Bu kadar donanımlı, güzel kadınlar neden hala aldatılıyor? Neden hala yalnız, ve ilişkilerinde bir türlü dikiş tutturamıyor? Neden çoğu genç yaşta boşanıyor? Kadınlar ezilmemeli dedik, dik durduk, savaştık, kendimizi var ettik, e bu da olmadı? Biz kadınlar nerede hata yapıyoruz? Özel hayatımızda mutlu olmayı neden bir türlü beceremiyoruz? Gelin işin doğrusunu size anlatayım:

Evrende herşey zıttıyla var olur, beyaz, siyahın; iyi, kötünün, doğum, ölümün; mutluluk, mutsuzluğun, kadın ise erkeğin yokluğunda (aynı şekilde erkek de kadının yokluğunda) var olamaz, tanımlanamaz. Evren "denge" prensibi üzerine kuruludur, bu prensip yin-yang felsefesi özelinde de açıklanmaktadır. Var olan tüm ruhsal ve fiziksel rahatsızlıklar hatta Dünya'da yaşanan tüm sorunların nedeni de güçler arası dengesizlikten ileri gelmektir.  Evrendeki her canlı hem dişil hem de eril enerjiye donatılmış durumdadır, ruhun cinsiyeti yoktur, bedenlerin cinsiyeti vardır. Bedenlerimizde sol taraf dişil, sağ taraf ise eril enerji ile temsil edilir. Bu nedenledir ki; bedenlerimizin bir tarafı diğeri ile aslında simetrik değildir, bir elimiz daha ince, bir ayağımız daha küçük suratımızın bir tarafı daha zariftir. Ancak, bize bahşedilmiş bedenin cinsiyeti ne olursa olsun, bu enerjilerden herhangi birini ihmal edip diğerine yüklenmek hem fiziksel hem de ruhsal olarak rahatsızlıklara sebep olabileceği gibi hayat kalitemizi düşünebileceğinizin çok ötesinde düşürür.

Gelelim güçlü şehir kadınlarına gözden kaçırdığı o çok önemli noktaya.  Özellikle ataerkil toplum yapısının çağlar boyu kadını hep ikincil plana atması, değer vermemesi, saygı göstermemesi, kadının sadece erkeğin bakımını üstlenen ve çocuk yapma aracı olarak görülen bir suje olarak konumlandırılması, çağlar boyunca "kadın" olmanın bir kusur olduğunu her bir kadının bilinçaltına, bir kültür mirası olarak nesilden nesile aktarılarak malesef kök bir kod olarak kaydedilmesine sebep olmuştur.  Bu kodlar bilinçaltımızın derinliklerine öyle güzel bir demir atmıştır ki, çoğumuz böyle bir koda sahip olduğumuzun farkında bile değiliz, ancak hayatımız işte tam da bu farkında bile olmadığımız kodlar tarafından yönetilmektedir!

Güçlü şehir kadını da, adeta kadın/dişi olmak bir kusurmuşcasına, çağlardan beri fiziksel güç gerektiren kavanoz açmadan, tamir işlerine tutun, zihinsel güç gerektiren para kazanmaktan, devlet yönetimlerine kadar erkeğe yüklenen tüm görevleri kendisinin de, kimseye ihtiyaç duymadan tek başına yapabileceğini dünya aleme kanıtlamanın peşinde sürüklenirken, dişil enerjisini geri plana atmakta, ve eril enerjisini besleyip, güçlendirerek hayat yoluna devam etmekte.

Eril enerji, fiziksel güç, agresyon, savaş, mücadele, analitik zeka, mantık, kazanma, ben merkezci olma, hayatta kalma, avlanma, öldürme, koruma, dışa dönük olma, sosyalleşme gibi özellikleri içinde barındırırken, dişil enerji, duygu, şefkat, anaçlık, sevgi verme, huzur, sakinlik, dinginlik, içe dönük olma, sezgiler, 6.his (kalp sesi), empati, kendinden öte başkalarını da düşünme becerisi, estetik, güzellik, zarafet gibi özellikleri içinde barındırmaktadır. Sizin de rahatlıkla farkedebileceğiniz gibi, sadece analitik zeka, fiziksel güç ve hayatta kalma ve kazanma güdüleriyle hareket eden bir kişinin, kalp sesini duyması, duygularını tanıması, duygularını korkusuzca yaşayabilmesi, kazanma ve yara görmeme güdümüyle hareket ettiği için saf bir sevgi alış-verişine girebilmesi mümkün olmaz, sadece eril enerji ile hareket eden bir kimse uzun vadede  kendi duygularını ihmal ettiği, sevgi alış-verişine giremediği ve sadece kazanma ve mücadele odaklı hareket ettiği için bedenindeki enerji akışında tıkanmalar meydana gelir; enerji akışımızdaki tıkanmaların neticesi ise kanser dahil bir çok fiziksel rahatsızlığa yol açabilir.  Benzer şekilde, sadece dişil enerji ile hareket eden bir kimsenin ise, sürekli başkalarını düşünmesi, fedakarlık etmesi, almadan kendinden vermesi,  pasif kalması gibi durumlar zamanla kişinin yıpranmasına ve tükenmesine ve günümüz koşullarda suistimal edilmesine yol açar, bunun sonucunda da yine aynı şekilde kişinin enerji bedeninde zamanla tıkanıklıklar meydana gelir, bu kişiler enerjilerini sürekli başkalarına tükettikleri için bu enerji açığını yemek yiyerek tamamlamaya çalışırlar, bunun sonucunda da fazla kilolarla mücadele etmek durumunda kalırlar, özellikle kadın organlarında rahatsızlıklar meydana gelir.  Bu nedenle ne sadece dişil enerji ne de sadece eril enerjiye yüklenilmesi sağlıklı değildir; olması gereken bu iki enerjinin akışına izin vererek dengede tutmaktır.

Güçlü şehir kadını ise, bilinçaltında, kadınlığı zayıflık, utanılacak bir unsur, değersizlik, kusur gibi kodlamış olduğu için, eril özelliklerini kuvvetlendirerek daha mutlu bir hayata kavuşacağını sanmaktadır. Oysa ki, bu kadınların özel hayatlarındaki mutsuzluğun sebebi tam olarak da budur! Evrende herşey zıttı ile var olur dedik, başka bir ifade ile zıt kutuplar birbirini çeker, bu durumda eril enerjisi çok baskın bir kadının, doğası gereği eril enerjisi dişil enerjisine göre daha baskın olan bir erkeği çekmesi, çekse dahi hayatında tutması ne kadar mümkün olabilir?  YIl 2016 olsa dahi tüm erkeklerin, ilkel çağlardan beri bilinçaltına kodlanan görevleri "avcılık, ailesini beslemek, bakmak, korumak, savaşmak, başarmak" gibi görevlerdir.

Erkekler neden mangal yapmaya bayılıyor sanıyorsunuz? Çünkü, erkek mangal yaparak, içindeki kadınını besleme ve avcılık güdülerini tatmin etmektedir. Erkekler neden kaçanı kovalıyorlar? Adamların içinde avlama güdüsü var!  Siz bir kadın olarak, erkeği, erkek hissettiği, başarılı hissettiği, özelliklerinden mahrum bırakırsanız, erkek zamanla kendini yetersiz hissetmeye başlar, erkekliğini hissedememeye başlar ve bunu hissedebileceği ortamlara çekildiğini farkeder.  Tamam belki siz, güzel para kazanıyorsunuz, belki o çok istediğiniz tatile çıkmak istiyorsunuz, ama eşinizin böyle bir bütçesi yok, sorun değil ben karşılarım diyorsunuz, ilk başlarda ikiniz de bundan keyif alırken, zamanla erkek sizin yanınızda kendini dişi sizi ise "evin erkeği" olarak görmeye başlar ki bu erkeğin bilinçaltı kodlarına aykırı düşer. Bu nedenledir ki, bunca güzel ve başarılı kadın, eşlerinin neden kendilerini, kendilerinden çok daha "vasıfsız" kadınlarla aldattığına bir türlü anlam veremezler. Çünkü bu "vasıfsız" olarak adlandırılan kadınların yanında, erkekler, kendilerini sizin yanınızda hissettiklerinden çok daha fazla "erkek" , "işe yarar" ve "başarılı" hissetmektedirler.

Siz belki artık bir geçmiş dönem prensesleri gibi kapınızın açılmasını, korunup, kollanmayı, hesabınızın ödenmesini, mutfağınızdaki kavanozların açılması, ufak tefek tamiratınızın yapılmasını kimseden beklemiyor, her işinizi kendiniz halledebiliyorsunuz, yani geleneksel olarak erkeğe verilmiş görevleri kendiniz zaten halledebiliyorsunuz, halledin de, bu harika, ancak yanınızda bir eşiniz var ise,  izin verin o yapsın! Siz belki, pembe rengi, kelebekleri, fırfırları, kurdeleleri, kalpleri,  cici kızlık, naiflik, saflık, güçsüzlükle bağdaştırıyorsunuz, ama kadınların naifliği, saflığı ve hassasiyeti utanılacak bir şey asla değildir ve olmamalıdır, öncelikle bu yönünüzü, kadınlığınızı kabul edin. Kadın olmak güzeldir, kadına has tüm özellikler eşsizdir, gereklidir, kişi kendi özgün doğasını olduğu gibi kabullenmeden, kendini geliştiremez bunu unutmayın.
 
Buradan çıkarılması gereken sonuç, "kadın biraz kadınlığını bilsin bir adım geride dursun" asla değildir. Bırakın kadınları, her bir birey, kendini kimseye bağımlı olmayacak şekilde yetiştirmeli ve geliştirmelidir, bağımlı olduğunuz ve muhtaç kaldığınız herşey ve herkes bir gün elinizden gitmeye mahkumdur, bağımlılığın olduğu yerde sevgi yeşeremez, zira çıkarlar devrededir. 

Burada anlatmak istediğim şey,  kadının dişil enerjisini yok saymadan da, aynı özgüvene, bağımsızlığa ve kişisel güce sahip olabileceğidir. Biz kadınlar, çağlar boyunca o kadar ezildik ki, herşeyi kendimizin başarabileceğini erkeklerin ve tüm dünyanın gözüne sokmazsak rahat edemiyoruz, artık bizim adımıza birilerinin bir şeyler yapmasına dahi müsade etmiyoruz, "hayır ben yaparım, hayır ben alırım, hayır ben taşırımlar" dilimizden düşmüyor. Siz yine herşeyi kendinizin halledebileceği bir donanıma sahip olun, kendinizi geliştirin, paranızı kazanın, kariyeriniz, uğraştığınız bir meşgaleniz mutlaka olsun, ancak yeri geldi mi de, bırakın eşleriniz sizin için bir şeyler yapsın, siz belki ona yük olmamak adına herşeyi kendiniz hallediyor olabilirsiniz, ama yanıldığınız nokta, eşinizin sizin için ufak dahi olsa bir şeyler yapmasına müsaade etmenin, ondan ihtiyacınız olmamasına rağmen sizin için bir şeyler yapmasını istemenin onun "başarı" duygusuna hizmet edeceği ve onu da mutlu edeceği.

Aslında dişil enerjinizi yükseltmek sandığınız kadar zor değil, aşağıda yer verdiğim önerilerle dişil enerjinizin açığa çıkmasına ve akmasına yardımcı olabilirsiniz:

- Yatak odanızda mutlaka pembe ve kırmızı renkleri ve sevimli veya feminen objeleri kullanın
- Kadınsı kokular tercih edin
- Her ne kadar maskulen tarzı sevseniz de en azından iç çamaşırınız, renkli veya dantelli, kadınsı hatlara sahip olsun
- Daha fazla etek ve elbise tercih edin, fırfırlar, pililer, hatlarınızı ortaya çıkaran kesimlere yönelin, sadece siyah, beyaz ve doğal tonları değil, farklı neşeli tonları da giymeyi deneyin. 
- Feminen ve zarif takılar kullanın
- Kırmızı/pembe rujunuzu daha fazla sürün
- Çalışma masanızı renklendirin, masanın sahibinin bir kadın olduğu bırakın anlaşılsın
- Masada bir erkek var ise, bırakın su şişenizi o açsın, suyu bardağınıza o doldursun, garsonu o çağırsın ve yemek seçiminizi kendisi söylesin, hesabı ödemek konusunda ısrar etmeyin (elbette tüm hesapları da ona ödetmeyin, siz de karşılığını verin o yemeği ödüyorsa siz kahveleri ödeyin veya o 3 kez ödüyorsa siz de daha sonra onu bir yere davet edin). Erkeklerin sizin için kapıları tutmasına, sandalyenizi çekmesine izin verin. 
- Eşinize evle ilgili ufak görevler verin, çöpü çıkartmak, bir şeyleri yerinden kaldırmak, taşımak, ufak tamirat işler vb. 
- Cevaplarını bilseniz dahi, bazı soruları danışmak üzere eşinize sorun, daha fazla yardım istemekten, görüş almaktan çekinmeyin. 
- Kendinizi kimseye beğendirmeye ve sevdirmeye çalışmayın, bırakın sizi cezbetmek için çalışsınlar, teşekkür edin ama kolay tav olmayın, en azından ilk başlarda bunu belli etmeyin.
- Her ne kadar cazip bir fikir olsa da, ilk adımları, ilk mesajları, ilk takip isteklerini siz göndermeyin. Unutmayın erkek kazanmayı sever, bırakın kazanmaya çalışsın.
- Ondan daha fazla para kazandığınızı gözüne sokmayın; onun kendi bütçesi ile alamayacağı tarzda hediyeler almayın, çıkamayacağı tatillere götürmeyi alışkanlık haline getirmeyin. 
- İş yerindeymişsiniz gibi ona bazı şeyleri dikte etmeyin, görüşünüzü paylaşın, ama unutmayın o sizin çalışanınız değil. Onu kontrol etmeye çalışmayın.
- İlk randevularınızda herşeyi açığa dökmeyin, gizem kadına mahsustur, sizin hakkınızda zamanla keşfedeceği özellikleriniz olsun.
- Onun sizi aradığından daha fazla onu aramayın.
- Eşinizi ne çok sıkın, ne de çok serbest bırakın, unutmayın herkes biraz sahiplenilmek ister ama kimse kafese kapatılmak istemez.
- Dişil enerji ile anaç enerji aynı şey değildir, sürekli ona yemek yapmak, eşinizin evini toplamak, bavulunu yapmak gibi hareketler annelik özelliğinden ileri gelir, eşinizin annesi olmayın, iş bölümü yapın, erkekler her ne kadar bakılmaktan hoşlansalar da, bir zaman sonra "anne" figürü erkeğe çekici gelmeyecektir.
- Erkekleri kovalamayın, kovalarsanız, kaçan o olacaktır.

Aslında işin sırrı tamamen "DENGE".. Elbette ki, her kadın gibi gönül ister ki, hiç strateji uygulamayalım, bunları düşünmek zorunda kalmadan harika bir ilişkimiz olsun. Ancak evrenin dengesini, insanın tabiatını anlayarak hareket etmek, strateji uygulamak değildir. Siz her ne kadar örneğin tüm iyi niyetinizle, bir köpeğin kuyruğunu severseniz, sevin, köpek doğası gereği bu hareketinizden irkilecek ve sizden uzaklaşacaktır.  Siz bir çiçeği çok beğendiğiniz ve güzel bulduğunuz için, çiçeği koparırsanız, çiçek ölecektir. Bu nedenle tüm canlıların doğasını anlayarak hareket etmek her iki tarafın da hayrına sonuç doğuracaktır.  Siz, dişil enerjiniz ile eril enerjinizi bir dengede tutmayı başarırsanız, siz ne kadar kendi dengenizi kendi içinizde kurmayı başarırsanız, hayatınıza çekeceğiniz her kişi de çekim yasası prensibi gereği, sizin gibi kendi dengesini sağlamış bütün bir birey olacaktır. Bu nedenle, esasen,  kendi iç dünyanızda ve hayatınızda yapacağınız her değişiklik, iç dünyanızın olabildiği kadar bir dengede olması, sizin hayatınızın da aynı şekilde dingin ve dengede ilerlemesine yarayacaktır. Unutmayın, siz iç dünyanızda ne yaşıyorsanız, dış dünyanızda karşılaşacağınız her olay ve kişi de iç dünyanızın bir yansıması olacaktır.

Sevgilerimle

15 Haziran 2016 Çarşamba

Meditasyona Ne Gerek Var?


Meditasyona ne gerek var.. Bu insanlar neden gözlerini kapatıp boş boş oturuyorlar? Meditasyon çok mu gerekli, abartılıyor mu? Nedir bu uzakdoğu vesvesesi?

Bugün size biraz meditasyondan ve meditasyonun esas amacından bahsetmek istiyorum. Meditasyonun esas amacı, kalp sesi ile ego sesini birbirinden ayırdetmektir.  Egomuzun sesi, yani "ben"in sesi, gün içinde duyduğunuz kendinize ait olan, size ne yapıp, ne yapmamanız gerektiğini söyleyen, size akıl veren, sizi koruyup kollayan, sizi kimi zaman azarlayan ve eleştiren, daima kazanmanın peşinde olan, kaybetmekten korkan ve çok rahatlıkla duyabildiğiniz, iletişim ve diyalog kurabildiğiniz yüksek sestir.

Kalbin sesi, veya ruhun sesi, veya kimileri tarafından ise "ilham" olarak adlandırılan ses ise, oldukça naziktir, sessizdir, en beklenmedik anlarda duyulur, çoğu zaman daha önce "aklınıza" hiç gelmemiş, kimi zaman kabul etmesi zor, "akla" yatkın olmayan önerilerde bulunan, sizi heyecanlandıran, midenizde kelebekler uçuran ses ise ruhun sesidir. Ruhun sesi ve zihnin sesi aynı anda devrededir ancak, elbette ki korkularınızdan beslenen ve sizi korumakla görevli egonuzun sesi o kadar yüksektir ki, sizin bu esnada ruhunuzun sesini duymanız imkansızdır. Çizgi filmlerde bir omuzda melek diğer omuzda şeytan, birbirlerinin tam zıttı önerilerde bulunarak kişinin nasıl kafasını karıştırırlar, işte ego ile ruhun sesi de genellikle birbiriyle uyumlu değildir. 

Peki ruhun sesini duymak neden bu kadar önemli? Diyelim ki bir bilgisayar alacaksınız biri 2000 model biri ise 2016 model, hangisinin işlemcisi daha hızlı, daha akıllı ve işinize yarar, elbetteki son model olan! Ego ile ruh sesini de bu şekilde düşünebiliriz, ego elbette işinizi görmektedir, gereklidir, ancak ruhun sesi, sizin en akıllı, daima sizin en yüce hayrınıza olacak aksiyonu bilen, en yüksek versiyonunuzdur. Ruhun sesi ile hareket ettiğiniz takdirde mutsuz veya başarısız olmanız veya yanılmanız mümkün değildir, egonun sesi ise, sizin en yüce hayrınızı değil, kısa vadede "hayatta kalmanızı" sağlayacak pratik kararları almanızı sağlayan bir araçtır, ancak sizi uzun vadede mutlu veya başarılı kılma garantisi yoktur, hatta kimi zamanlar egonun rehberliğinde alınan kararlar mutsuz olmanıza sebep olabilir. Bu nedenle kalp/ruh sesini duymayı, dinlemeyi öğrenmek hayat kaliteniz açısından belki de en önemli, en elzem araçtır. Kalp sesini dinlemeyi öğrenmeyi sadece kendiniz değil, çocuklarınızın öğrenmesi de çok ama çok önemlidir.  İşte tam da bu nedenle, kişisel gelişim adına hiç bir adım atmamış olsanız dahi, sadece meditasyon yapmanız bile size oldukça güzel bir farkındalık katacaktır.
Size kendi hayatımdan bir örnek vermek isterim, çeşitli teknikler üzerinde yetkinlik sahibimi olmama rağmen uzak geçmişte büyük bir sorunumu bir türlü hiç bir teknikle çözemiyordum, enerjinin kullanımına dair tüm teknikleri, metodları biliyor ve aktif olarak kullanıyordum, ilaveten tarot kartlarındaki ustalığımdan da faydalanıyordum, ama meditasyona yeterli zaman ayırmıyor, açıkçası biraz harcanmış vakit olarak görüyordum, bunun yerine bana gereken bilgilerin rüya yolu ile gelmesi üzerine çalışıyordum. Böylece kendimce, hem uyuyor, hem gereksiz vakit harcamıyordum, bir taşla iki kuş. 

Ancak, bir gün o kadar çaresiz hissettim ki, ağlayıp, bağırıp, çağırıp isyan etmeye başladım, kullandığım hiç bir teknik, okuduğum hiç bir tarot açılımı veya dua, mantra, olumlama bana o sorunum hakkında yeterli içgörüyü sağlamıyordu, hatta kendi inancımı sorgular oldum, ve o hırsla "meleklere de inanmıyorum, hiç bir şeye inanmıyorum, eğer olsaydınız, beni duyardınız ve sorunuma bir çözüm önerirdiniz!"  şeklinde söylenerek müthiş bir vazgeçmişlik hissine kapıldım. İşte tam da o esnada adeta bana ait olmayan bir iç-ses duydum: "O kadar söylenip, bağırıyorsun ki, bu gürültüde benim sesimi duymayı nasıl bekliyorsun, susarsan duyacaksın". İnanın o an şok oldum, ağlamam bir anda kesildi, ilk şaşkınlığım bu iç-sesin bana mı, başkasına mı ait olduğu, delirip delirmediğim yönünde oldu. Sorunumu bir kenara bırakıp, sesin kaynağını anlamaya çalışır buldum kendimi, ardından bu konuşanın, bu sesin kime ait olduğunun önemli olmadığını düşünerek, herhangi bir kişi, varlık enerji her ne ise, eğer farklı bir önerisi var ise dinlemeye hazır olduğumu farkettim. Ne demişti bana? Sus demişti..zihnimin susmasını istemişti...

İşte o an bana gereken yolu görebilmek için aslında bir çok enerji tekniği yerine,  ihtiyacım olanın sadece zihnimi sessizleştirmek olduğunu ve bunu yeterince yapmamış olduğumu farkettim. Yanlış anlaşılma olmasın, enerji teknikleri de hayatım boyunca bana son derece faydalı olmuştur, ancak kimi zaman insan kolay yoldan başlamak yerine en zol yolları seçerek çözüme ulaşmaya çalışabiliyor. Gerçekten de takip eden 1 hafta boyunca sadece düzenli olarak her gün, günde 20 dakika boyunca zihnimi sakinleştirecek aktivitelere yöneldim, dediğim gibi meditasyon benim için bir yük gibiydi, gözlerimi kapatarak meditasyonu ise asla yapamıyordum, ama zihnimi sakinleştirebildiğim her türlü fırsatı değerlendiriyordum, ve zihnimi her gün disiplinle sakinleştirmek yönünde çalıştığım ve vazgeçmediğim için 2-3 hafta içerisinde geleneksel meditasyon yönteminin de aslında gayet rahat yapılabildiğini farkettim ve gerçekten de o ana kadar hiç düşünmemiş olduğum gözümün önündeki cevabı sadece bu yolla keşfettim.

Meditasyonun nasıl yapıldığı sorun değil arkadaşlar,  meditasyonun belirli bir yapılma tekniği yoktur, dik oturun, derin nefes alın denmesinin sebebi,  nefes düzeni ve enerji akışının en fazla bu pozisyonda sağlanabilmesi, gözlerin kapatılması ve sessiz ortam ise, etrafınızda dikkatinizi dağıtacak uyaranların minimize edilmesine yarar.  Başka bir ifade ile, siz bedeninizin rahat ettiği, nefesinizin rahatça aktığı, ve kendinizi "sakin" hissedebildiğiniz her ortamda meditatif bir seviyeye geçebilirsiniz. Bu seviyeyi, sahilde oturup denize bakarken, doğayı izlerken, bulaşık yıkarken, spor yaparken de yakalayabilirsiniz.

Ancak öncelikle, kendinizi tanımanız, neyi yapıp neyi yapamadığınızı anlamak adına geleneksel meditasyonu ana hatlarıyla öğrenmenizi ve denemenizi tavsiye ederim. Zira, geleneksel meditasyon yöntemi esasen, en kolay meditatif hale geçebileceğiniz

Meditasyon spor gibidir, yaptıkça daha kolay bu seviyeye ulaşabildiğinizi ve zihninizi sessizleştirebildiğinizi farkedeceksiniz, bu nedenle düzenli olarak yapmanızı tavsiye ederim, disiplin ve istikrar her konuda olduğu gibi bu tip konularda da gereklidir. 

Birebir ve toplu meditasyon çalışmaları ve eğitimleri için bana fitsoulfitmind@gmail.com adresinden ulaşabilirsiniz, yaklaşan doğada toplu meditasyon etkinliğimiz için de takipte kalın.

Sevgilerimle 



7 Haziran 2016 Salı

Meksika'dan Küba'ya Uzanan Ruhsal Bir Yolculuk



Yaklaşık 1 aydır evlilik ve balayı sebebiyle sizlerle paylaşımda bulunamadım, anlatacak çok şey birikti. Hemen başlamak isterim.

Bilirsiniz, balayı, daima uzun bir tatilin hem fırsatı hem de bahanesi olmuştur, ben de, bundan istifade, ziyaret etmek üzere ruhsal yolculuğuma da faydası olacak bir lokasyonu seçtim; Meksika, Chichen Itza, Maya Harabeleri.

Kiminiz belki biliyordur, bilmeyenlere kısaca en yalın dilde anlatayım (konu ile ilgilenen arkadaşlar lütfen yazının altına yorum olarak, bu terim şöyle değil böyledir vs. gibi yorumlarda bulunmasın, amacım herkese konuyu en yalın dilde anlatabilmek), Dünyanın belirli bölgeleri enerji bakımından diğer yerlere nazaran daha yüksek bir frekansa sahiptir, bu bölgelerde ölçülen elektromanyetik alan, enerji bedenimizde yer alan enerji kapıları (çakralar) ile tam bir uyum halinde çalışır.  Bunu telefon, ve telefonunuza uygun şarj aletine benzetebiliriz, telefonunuzun markasında olmayan (orjinal olmayan) şarj aletleri de eğer telefonun şarj girişine uyumlu ise telefonunuzu şarj edebilmektedir, ancak şarj kendi orjinal kablosunun gerçekleştirdiğinden çok daha yavaş bir şekilde gerçekleşmektedir. Telefonunuza en uygun orjinal şarj kablosu ise telefonunuzu "hızlı şarj" modülünde dahi şarj edebilmektedir. İşte bu bölgeleri de size en uygun orjinal şarj aletlerine benzetebiliriz. Bu bölgelerin en bilinenleri, Tibet (Lhasa), Mısır (Giza bölgesi), Meksika (Yucatan Yarımadası), Peru (Machu Pichu), California (Shasta Dağı), Avustralya (dağlık bölgeler), Kuzey Kutbu, Himalayalar,  Japonya (Fuji Dağı), Bermuda Üçgeni, Hawaii, Güney Afrika (Cape Town), İngiltere Stonehenge Bölgesi, Hindistan gibi yerlerdir.  Bu nedenle, bu bölgelerde sık sık toplu meditasyonlar düzenlenir, kimi kişilerin farkındalığı, sezgileri artar, sağlıkları iyi yönde gelişim gösterir, yenilenir.  Gerçekten de, ilk kuruluşlarından beri çağlar boyu bu lokasyonlarda, halen günümüzde tam olarak açıklanamamış, bir takım ruhsal ve bilimsel çalışmalar gerçekleştirildiği tespit edilmiştir.

Yine bu nedenle, bir çok kişisel gelişimcinin Tibet, Hindistan gibi bölgelerde eğitim aldıklarını ve kamp yaptıklarını duymuşsunuzdur.  Ben de hazır fırsat bulmuşken, bu bölgelerden Maya halkının yaşadığı Meksika, Yucatan Yarımadasını ziyaret ettim.  Şimdi size burada yer alan dev piramidin eteklerinde yaşadığım müthiş aydınlanma deneyimimden bahsetmemi bekliyor olabilirsiniz, yalan söyleyemeceğim, ben de bölgeye vardığımda bu tip bir beklenti içerisindeydim, en azından enerji okuma konusunda eğitimli biri olarak, bölgeden yayılan enerjinin farklılığını hissedebileceğime inanıyordum. Hakikaten de bölgeden güçlü bir maskülen enerji yayılıyor,  güç, bereket, liderlik, bilgelik enerjisini hissedebiliyorsunuz. Denen odur ki Mayalar,bu bölgede, uzay, astronomi, astroloji  ve hava koşulları üzerinde çokça çalışmışlardır. Bu nedenle hakim enerjinin "kontrol" üzerine kurulu olması oldukça doğal. Zira yapılan tüm bu çalışmalar, yaşam koşullarını çözerek kontrol etmek üzerine kuruludur.

Peki gelelim müthiş aydınlanma deneyimine.. öncelikle, herkesin şahsi deneyimi kendine özeldir, buraya giden bir başka kişi bambaşka bir tecrübe edinebilir ancak ben malesef böyle bir deneyim yaşamadım,  zaten bölgeye adım attığınız anda, bölgedeki satıcılar ve turist kalabalığı ve hatta bölgenin tam ortasına kurulmuş tatil köyü böyle bir deneyimi yaşamayı da teknik olarak neredeyse imkansız hale getirmekte, düşünsenize onca insandan ve tatil köyünden yayılan farklı farklı enerjiler bölgenin enerji bakımından ne kadar temiz kalmasına yardımcı olabilir ki? Bu bölgede geçirdiğim 5 gün boyunca, tüm yarımadanın dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen turistler ile kaynadığını düşünecek olursanız, ben de ruhsal deneyim beklentisini bir kenara koyup görsel deneyime razı geldim ve açıkçası da dünyanın bir ucundan sadece bu deneyimi yaşamak için gelen kişiler adına da üzüldüm, çünkü düşüncem o ki, gerçekten de, görsel bir ziyafet olmakla beraber, ruhsal ziyafet beklentisi içinde gelenler muhtemelen aç kalmaktalar.

Ama durun, hikaye burada bitmedi, asıl şaşkınlığım, Meksika'da beklediğim ruhsal deneyimi, sadece görsel ve turistik beklenti ile gittiğim Küba'da yaşamış olmam! Balayının diğer yarısında ise Küba'ya geçtik. Arkadaşlar, benim bilgim dahilinde, Küba'nın Havana bölgesinde yukarıda saydığım bölgelerde olduğu gibi majör herhangi özel bir ruhsal bölge, enerji kapısı vs. yok (çevreleyen okyanuslarda var).  Buraya adım attığınız anda, sokakların yıkık döküklüğü, hafif pisliği, uçuşan sinekler, yırtık pırtık kıyafetli kübalılar vs. ilk başta bocalamanıza ve hatta ürkmenize neden oluyor. Ancak 3-4 saat içerisinde durumun hiç de öyle göründüğü gibi olmadığını kavrayıveriyorsunuz.

Ülkenin insanları bizim bakış açımıza/standartlarımıza göre genel olarak "fakir", fakat çok enteresan bir şekilde, tüm bölgeden, ve bölgenin tüm insanlarından yayılan pozitif enerjiyi tarif etmem imkansız, işte bölgeyi aslında tertemiz, ışıl ışıl kılan da bu.  Tuvalet kağıdının bile sayıyla bulunduğu bu ülkede, biz büyük şehir insanının en çok duyacağı şey "yok". Maddi konfor adına arayabileceğiniz hiç bir şey Küba'da yok, internet bile yok.  Bol bol olan şey ise, insanların sokaklarda birbirleri ile devamlı neşeli bir sohpet halinde olması ve müzik ve turistler. Sokaklarda sabahın köründe asık suratıyla işe koşan insanlar yok, ağırlıklı olarak herkes bir şekilde kendi işini yapıyor, meyve satıyor, el işi satıyor, minik cafeler işletiyor, çöpçülük, taksicilik, polislik yapıyor..Hani bizim onlarca para döktüğümüz kıyafetler, saçımız başımız var ya, Küba çok sıcak, her daim de sıcak, herkes rahat edebileceği kıyafetleri giymiş, tarz, moda namına hiç bir şey yok, nasıl göründüğünüzün bir önemi de yok. Kimse de stres namına hiç bir şey yok, herkes çok sağlıklı, topraktan çıkanı, ağaçtan düşeni yiyorlar, zaten bildiğiniz gibi Küba sağlıkta da çok ileri, kanser çalışmalarında da öncü ülkelerden.

Hep anı yaşamaktan bahsediyoruz ya, Küba'da herkes anı yaşıyor, keyif almaya bakıyor, bunu çoğu zaman müzikle, çoğu zaman sohpetle yapıyor, bu ülkedeyken "yokluka" alıştığınız anda siz de hemen onların yaşadığı an'da kendinizi buluveriyorsunuz, ne geçmiş var ne de gelecek, "zamansızlık" ve "anda kalma" kavramlarını gözlemlemek ve deneyimlemek suretiyle çok iyi anlayabiliyorsunuz, günün her dakikasını sindire sindire geçiriyorsunuz, Küba'da 1 gün 24 saat değil de, sonsuzmuş gibi geliyor.

Daha da önemlisi, bunca yokluk içerisinde bu insanların bu pozitifliğe sahip olması, daima keyif alacak ve neşelenecek bir şeyler bulabilmeleri. Her ne kadar maddi olarak fakir olsalar da, insanların çoğu çok bilgili, okuyorlar, öğreniyorlar, ne iş yapıyorlarsa, o işi iyi yapıyorlar, insanların arasında hırs ve mücadelenin olduğuna dair hiç bir belirti yok, itiş kakış yok, sınıf farkı ise bizim ülkemizde olduğundan çok daha az belirgin (malesef zamanla ekonomik sebeplerle bu ayrımın belirginleşmesi bekleniyor.)

Bunca yokluk içerisinde, bu kadar dolu dolu yaşayıp, yokluktan keyif ve mutluluk çıkarmak bana kalırsa bir kişisel gelişim sanatı, Kübalılar'da bu konuda usta, bunun için ne kiliseye gidip saatlerce ibadet ediyorlar ne de dağlara çıkıp aylarca meditasyon yapıyorlar, tek yaptıkları mevcut durumlarından keyif alarak mutlu olmak, bunun için de paraya ihtiyaç duymuyorlar..müzik dinliyorlar, dans ediyorlar, hayvan besleyip, onlarla dostluk kuruyorlar, sokaklarda geziyorlar, dostlarıyla sohpet ediyorlar, kısacası yaşama sanatını çözmüşler.

Kısacası arkadaşlar, bu yolculukta kendi adıma edindiğim en büyük ders ve farkındalık şu olmuştur; anlayışınızı geliştirmek, farkındalığınızı arttırmak, yenilenmek, hayatınızda bir derinlik yaratmak için, Tibete, Himalayalara kadar çıkmanıza gerek yok, bunlar biraz da işin süslü kısımları, herhangi bir yerde, herhangi bir anda şahit olduğunuz hayatlardan kesitler,  veya uzaklarda deneyimlemeyi beklediğiniz aydınlanma anları kapınızın önünde dahi gerçekleşebilir.

Hep diyorum ya, kişisel gelişimde işin süslerine takılmayın, tibette rahiplerle meditasyon yapmanıza gerek yok, yatakodanız da aynı işi görür, edinmek istediğiniz bilgelikse, güney amerikadaki şamanlarla iletişime geçmenize gerek yok, kendi içsel çalışmalarınız ile birlikte de buna ulaşabilirsiniz.  Vaktiniz ve bütçeniz yeterli ise, elbette bu yerleri gidin, görün, bir de kendi deneyimlerinizi edinin, ama gerekli mi..değil, eksik kalır mısınız, hayır kalmazsınız.. Buralara gidenler sizden usta mı? Hayır kesinlikle değil. Bunu bu şekilde kullananlara da pek kulak vermeyin derim.

Kişisel gelişimin ta kendisi hayattır, hayat ise her yerde her an yaşanmaktadır, hayatı sevmeyi öğrenmek, mutluluğu keşfetmek için uzaklara uçmanıza gerek yok, bu sanatı öğrenmek için 1 ay boyunca evinizi terkederek Hindistan'da kamp yapmanıza da gerek yok. Başlamak için en iyi yer, evinizin en sessiz köşesidii hayatınızın ta kendisidir, hayattan uzaklaşmak, hayatı öğrenmenin yolu değildir =)

Sevgilerimle

Geleceği Bilmenin Sırrı

Geleceği bilmek istiyorsan, Kendini bil.  Geleceği mi bilmek istiyorsun, Dışarı çıkma, *Kendine gel!*,  Geleceği ...